Müslüman Nasıl olmalı ?

Müslüman Nasıl olmalı

İYİ BİR MÜSLÜMAN ….

1-Allahın birliğine ve O’ndan başka ilah olmadığına, meleklerine,
peygamberlerine, Hazreti peygamberin Allahın kulu ve Resulü olduğuna
inanmak.

2-Allahın emreylediği ,Hz. peygamberin gösterdiği şekilde, namazını
kılar, orucunu tutar,malının zekatını verir,bundan başka olarak
yetimlere,yoksullara,muhtaçlara,hısım ve akrabalarına,yolda
kalmışlara mal ile seve seve yardımda bulunur.

3-Mühim ve tehlikeli vazifelerde asla sarsılmaz,gevşeklik
göstermez.Allah’a itimat eder.

4-Felaketlere karşı,metanetle karşılar bunları muvaffakiyetle
atlatabilmek için bütün kudretini sarf eder ve nihayet çaresizliğe
karşı sabır ve tahammül gösterir.Allahtan ümidini kesmez.

5-Ana ve babaya itaat eder,onların kalplerini kıracak en ufak
sözlerde ve işlerde bulunmaz.

6-Sözünde durur ve ahdinde sadık kalır.

7-Her ne suretle olursa olsun emanete hıyanet etmez.

8-Üzerine aldığı her türlü vazifelerini en iyi bir şekilde yapmaya
çalışır.

9-Üstünü başını,oturup yattığı yeri,kabını kacağını
kirden,pastan,kafasını kötü fikirlerden,kalbini fena
huylardan,dilini çirkin ve kaba sözlerden temizler.Cismen ve ruhen
temizliğiyle herkese örnek olmaya çalışır.

10-Allahın ve peygamberin emirlerine itaat eder ve ahlaki
vazifelerini eksiksiz olarak yapar.

11-İnsanlar arasında fesat çıkarmaz,insanları birbirine düşürecek
sözlerden ve işlerden sakınır.

12-Kimsenin ayıplarını,gizli hallerini araştırmaz ve ortaya dökmez.

13-Kumarcı,içkici,düzenci,oyuncu,aldatıcı,dalkavuk ve hilekar
değildir.

14-Bilmediği bir şey hakkında hüküm vermez.

15-Başkalarına karşı kibirlenmez,büyüklük satmaz.

16-Kötülüğün,hayasızlığın her türlüsünden,gizlisinden ve
açığından;büyüğünden,küçüğünden sakınır.Halkın iyiliğine çalışır.

17-Özü sözüne,içi dışına uygun ve dost doğru olur.

18-Her nerede olursa olsun velev ki kendi aleyhinde dahi olsa,hak ve
adaletten ayrılmaz.

19-Düşmanlarına karşı da adaleti ve insafı bırakmaz,onların
düşmanlıkları dolayısıyla adaleti çiğnemez.

20-Yalan söylemez,yalan yere yemin etmez,yalan şahitliği
yapmaz.Haksızlığa karşı nefret duyar.

21-Alçak ve süfli arzulara uyarak doğru yoldan sapmaz,kötülerle
düşüp kalkmaz.

22-İsraf ve cimrilikten sakınır.

23-Ne eliyle ne diliyle hiçbir kimseyi incitmez.

24-Komşularını çok sever ve onları hiçbir suretle gücendirmez.

25-Varlık zamanında da,darlık zamanında da başkalarına elinden
geldiği kadar yardımda bulunur.

26-Öfkelerini yenerek kusur ve kabahatleri affeder,intikam sevdasına
düşmez.

27-Bir kötülük işlemek ister veya bir haksızlık yapacak olursa,hemen
Allah’ı hatırlayarak O’ndan af ve mağfiret diler,yaptığına pişman
olur.

28-Her iyi işe arka çıkar,maddi ve manevi yardımda bulunur,insanlara
iyiliği tavsiye eder,fenalığa ve zulme asla yardımcı olmaz,kötüleri
korumaz ve herkesi kötülükten çevirmeye çalışır.

29-Dargınları barıştırmak için çalışmayı vazife bilir,kin
gütmez,kimseye haset etmez,umuma faydalı bir insan olmağa çalışır,

30-Başka milletlerin nasıl yükseldiklerini,nasıl gerilediklerini ve
nasıl düştüklerini,ahlaki düşkünlüğün doğuracağı elim akıbetleri
tetkik ederek onlardan ibret alır ve bu suretle başkalarının
düştükleri hatalara düşmemeye çalışır.

31-Kim söylerse söylesin,hakkı kabul eder,ilim ve hüneri,hikmet ve
hakikati nerede bulursa alır ve bunda taassup göstermez.

32-Müslüman tembel değildir.Dünya için hiç ölmeyecekmiş gibi
çalışır,yarın ölecekmiş gibi de ahrete hazırlanır;her iki vazifesini
eksiksiz yapar.

33-Allah yolunda,millet ve memleket uğrunda elinden gelen
fedakarlıktan,yerine göre canını feda etmekten çekinmez.

34-Yapacağı bir işin önünü sonunu düşünmeden hatırına gelir gelmez
hemen yapmaya kalkışmaz, ibadetlerinde acele ederek eksik bırakmaz,
hayırlı işlerde geriye kalmayıp daima ileri koşar.

35-Müslümanların derdini kendisine dert edinir ve onların iyiliğine
çalışır. Hastalarını arayıp sorar, sıkıntılarını gidemeye çalışır,
cenazelerine gider, kendisinden büyük olanları,hele ihtiyarları
sayar,küçükleri acır ve her canlıya karşı şefkatli olur,azamet ve
kibir göstermez.

36-Müminleri ve bütün insanları kardeş bilir ve başkalarının
hayatlarını, haklarını kendisin iki gibi muhterem tutar.

37-Kimse ile alay etmez. Başkalarına kötü bir lakap takmaz. Dilini
gıybetten, iftira etmekten, yalan söylemekten ve her türlü kaba c*ve
çirkin lakırdılardan muhafaza eder.

38-Herkesle hoş geçinir, dargınları barıştırmaya çalışır; üç günden
ziyade dargın durmaz.

39-Sevdiğini Allah için sever, sevmediğini de Allah için sevmez.

40-İşlerinde mütereddit ve mütevehhim olmaz, bir işin husule için
zaruri olan her türlü sebeplerine yapıştıktan sonra Allah’a tevekkül
eder.

41-Allah ve peygamber sevgisini her şeyden üstün tutar. Allah
sevgisi ve Allah korkusu onun bütün vücudunu kaplar.
42-Her ne suretle olursa olsun,şüpheli şeylerden sakınır.
43-Bir Müslüman için en büyük gaye,hakiki bir Müslüman olmaya
çalışmak,Müslümanlığın tayin ve telkin eylediği faziletleri yaşamak
ve yaşatmak ve bu suretle bütün insanlara örnek olmaktır.

Hilm (Vakar) Ve Suç Bağışlama
Zor durumlar karşısında insanların direnebilme seviyeleri aynı
değildir. Bazı insanlar en basit bir durum için heyecana kapılır.
Bazıları da iyi akıl ve yumuşak huylarından istifade ederek şiddetli
hâdiselerin meydana getirdiği musibetler karşısında sarsılmaz ve
vakarlarını muhafaza edebilirler.
İnsan nefsinde meydana gelen; hiddet, sükûnet, acelecilik,
sabır, amelin bulanıklığı ve niteliği hususlarında fıtratın büyük
fonksiyonu vardır. Tam şahsiyet sahibi bir insanın yüceliği arttığı
nisbette gönlü genişleyip açılır, hilm’i çoğalır. Böyle biri
insanların mazeretlerini makbul görür, hatalarını görmezlikten
gelir. Kendini bilmez biri onu rahatsız etmek isterse, yoldan
geçmekte olan bir filozofu çocukların taşlaması ve rahatsız etmesi
gibi, sâdece kendi seviyesine bakıp hakimane hareket edip çocuk vâri
hareket etmez.
Hiddetlenen kişileri, nefisleri mağlup edince onları delilerin
seviyesine düşürür. Onlar kendilerine yapılan bir hareketi kan
akıtmak suretiyle karşılamaya çalışırlar.
İnsan yüce fazîletlerin meydana getirdiği surlar içinde yaşamış
olsa, bir hatanın açısıyla bu kadar şiddetli bir şekilde rahatsız
olur muydu? Hayır… Çünkü esas kötülük, yapılmak istenen yere
ulaşmadan sahibini bulur.
Allah (c.c)’ın Peygamberi Hud (a.s)’ın kavmini tevhide davet
ederken onlardan almış olduğu cevaba karşı gösterdiği hilm, bu
meseleyi iyice îzah eder. “Kavminin ileri gelenlerinden bir cemaat
de “Biz seni muhakkak bir beyansızlık içinde görüyoruz. Seni
muhakkak yalancılardan sayıyoruz..” dedi (Bunun üzerine HUD:) “Ey
kavmim” dedi. “Bende hiçbir beyinsizlik yoktur. Fakat ben âlemlerin
Rabbinden gönderilmiş bir peygamberim. Size Rabbimin vahy
ettiklerini tebliğ ediyorum, ben sizin emin bir hayırhahınızın.”
Câhillerin Hud (a.s)’a sataşması onun hilmini yenmedi. Çünkü Allah
(c.c)’ın hayır ve iyilik timsali bir peygamberi ile nefisleri
zulmederek fayda ve zarar verecekler inancıyla taşlara tapan bir
kavmin arasındaki fark, çok büyüktür. Göçmen kuşların nahoş
seslerinden büyük bir mürşid nasıl rahatsız olabilir? Resul-i Ekrem
(s.av.) ashabına aynı sabır ve nefse hâkim olmayı öğretmek
istemiştir. Rivayete göre bir bedevi ondan birşey talep etmeye
geldi. Resulullah (s.a.v.) ona istediğini verince: “Sana iyilikte
bulunmuş sayılır mıyım?” Bedevi: “Hayır ne iyilik ettin ne de
güzellik . Bunun üzerine ashab hiddetlenerek ayağa kalktı. Resul-i
Ekrem oturmalarını ve ondan vazgeçmelerini emretti. Sonra da evine
giderek bedeviye biraz daha mal verdikten sonra: “Sana, iyilik
yapmış sayılıyor muyum?” dedi. “Evet, Allah (c.c) ev ehlini kavmini
ve seni hayırla mükafatlandırsın,” dedi. Resul-i Ekrem (s.a.v): ”
Biraz evvel ne dediğini biliyorsun. Onun için bana şimdiki
söylediğin duayı onların arasında da tekrar et ki, kalplerinde
besledikleri (buğz) gitmiş olsun. “Bedevî ” lur” dedi.
Ertesi gün ashabın bulunduğu yere geldi. Resulullah (s.a.v): ”
Bu bedevi ne söylediyse söyledi, biz onun istediğini yerine
getirdik. O da râzı olduğunu söylüyor… Öyle değil mi (ey bedevî)?
– “Evet öyledir. Allah (c.c) ehlini, kavmini ve Seni hayırla
mükafatlandırsın,” dedi. Bunun üzerine Resul’i Ekrem (s.a.v) şöyle
buyurdu “Benim sizinle misalim şu adamın haline benzer. Onun devesi
kaçmış, insanlarda peşine düşmüştür? Onlar deveyi daha fazla
ürkütmekten başta bir şey yapmıyorlar. Deve sahibi: “Beni devemle
baş başa bırakınız. Ben sizden daha fazla onu bilir ona acırım.”
dedi. Daha sonra deveye yönelerek yerden aldığı kuru otları ona
göstermek suretiyle çağırıp yanına gelmesini sağlamıştır. Sonrada
devesini çökerterek eşyasını yüklemiş ve üzerine binmiştir. Sizleri
adamın söylediğiyle başbaşa bıraksaydım, onu öldürüp ateşe girmesine
sebebiyet vermiş olacaktınız.”(268)
Vakar sahibi Resul’i Ekrem (s.a.v) bedevinin yaptığı nankörlüğe
karşı hemen dehşete gelmedi. O (s.a.v.), bedevinin bir kısım insanın
konuşma esnasındaki kalabalık ve kötülüğe olan meyilleri gibi,
huyunu hemen sezdi. Böyle insanlar, hemen ceza verildiği takdirde
sonlan gelmiş olur. Aslında böyle ceza zulüm sayılmaz. Fakat büyük
ıslahatçılar, insanların böyle kötü bir neticeyle karşı karşıya
gelmelerini istemezler. Onlar, vakarlarının eseri olarak, uçurumda
olanları hayra yönelmeye ve doğruyu konuşmaya sevkederler. Böyle bir
durum elde etmek için akıl sahibi herşeyini takdim eder. Cömert biri
gönül kazanma yolunda neler harcamaz ki? Resulullah(s.a.v)’ın
gönlünü aldığı bedeviyi birkaç gün sonra, büyük işleri yüklenmişken
görüyoruz. Evet onu Resulullah’ın davası için canını seve seve
takdim edenler arasında görüyoruz. Zaten mal büyük ıslahatçilerin
elinde, ihtiyaç sahiplerine verilmesi gereken bir emanet, yahut
ürkek bir hayvanı yakalayıp uzun mesafeleri katetmek ve binmek için
yerden alınıp ağzına uzatılan kuru ot mesabesindedir.
Şu bir gerçektir ki Resul-i Ekrem (s.a.v) bazen hiddetlenirdi.
Fakat bu hiddeti şeref sınırlarını aşmazdı. Bazen de hareketi sadece
hoşlanmağı şeyden yüz çevirmekten ibaretti. Resullullah (s.a.v)’ın
siyerinden bize kadar gelen onu kendi nefsi için intikam almaması,
sadece haramları çiğnendiği zaman, Allah (c.c) emri olduğu için
intikam almasıdır. Ganimet dağıtırken cılız bir bedevi ona “Adalette
bulun. Bu dağıtmada Allah (c.c) rızası aranmamıştır,” dediği an
sadece bilmediği hususu bu bedevîye îzah edip nasihat şeklinde
söylemiştir. “Yazıklar olsun sana Ben adaletli davranmassam kim
davranabilir? Adaletle davranmadığın takdirde zarar görüp hüsrana
uğrarım.” (269) Ashâb bedevîyi öldürmeye kalkıştıklarında, kendisi
onları menetmiştir. Resullullah (s.a.v) bir ikindi vaktinde şöyle
bir hitabe îrad etmişlerdir. “İnsanoğlunun tabiatı çeşit çeşittir.
Biliniz ki bazıları geç öfkesinden erken vaz geçer. Bazıları geç
öfkelenir ve geç de vaz geçerler. Bunların her iki durumu birbirine
eşittir. Biliniz ki bazıları geç dönerler, ve erken öfkelenirler.
Haberiniz olsun ki en hayırlıları, geç öfkelenip erken vaz
geçenlerdir. En kötüleri de erken öfkelenip, geç vazgeçenlerdir.
Biliniz ki bazıları iyilikle borç alıp, borçlarını iyilikle öderler.
Bazıları nezaketle borç alıp, kötü bir şekilde öderler. Bazıları
kötülükle borç altına girip, iyi ödeme yaparlar. Bunların durumu
birbirini karşılar. Bazıları hem kötü ister hem de kötü öderler.
Haberiniz olsun ki en hayırlıları iyi isteyip, iyi ödeyenler
olup, en kötüleri de, kötü isteyip kötü ödeyenleridir .Haberiniz
olsun ki öfke, insanoğlunun kalbinde bir kor parçasıdır. Siz,
öfkelenen kişinin bu esnada gözlerinin alevlendiğini ve damarlarının
kabardığını görmüyor musunuz? Kim böyle duruma düşerse (yerinden
kımıldamasın) yere yapışsın.” (270)
Kim öfkenin peşine düşerse iradesinin dışında hareket edeceği
için bütün işleri ifsâd edip düzeltemez hadisi şerif, insan
sınıflarını ve fazilletteki seviyelerini bizlere beyan etti. Öfkeli
biri çoğu kez ahmakvari hareketlerde bulunur. Bazen açılmadığı için
kapıya söver, zorlandığı için elindeki aleti parpalar. Ürken hayvana
lanet okur.
Asrı saadette rüzgar birinin elbisesini oynatınca ona lanet
getirir. Bunun üzerine Resul-i Ekrem (s.a.v):”Rüzgara lanet
getirme. Çünkü o bu işe musahhar ve tâyin edilmiştir.Birisi müstahak
olmayan birşeye lanet ederse laneti kendine döner.”(271)
Öfkelenmenin kötülükleri çok vahim, neticeleri de bundan da
vahim. Bunun ipin hiddet anında nefse hâkim olmak büyük ve şerefli
bir haslettir. İbni Mes’ud Resulullah’in şöyle dediğini nakleder:
“Siz aranızda kimi güreş pehlivanı ilan edersiniz?” “Hiç kimsenin
sırtını yere getiremediği kimseyi “dediler. Resulullah (s,a.v):”Esas
pehlivan hiddet anında nefsine hâkim olan kişidir,” dedi. (272) Biri
Resulullah’a (s.a.v) Bana unutmamam için kısa bir tavsiyede bulun,”
dedi. Resul-i Ekrem (s.a.v):”Öfkelenme” buyurdu. (273) Bu kısa ve
seçkin ifade, yöneltilen suale verilecek en güzel cevaptır. Resul-i
Ekrem (s.a.v) kendisine gelerek nasihat isteyenlere durum ve
tabiatına uygun şekilde nasihat ederdi, durumlarına göre kısa ya da
uzun nasihat…
Resullullah (s.a.v)’ın yok etmeye çalıştığı câhiliyyet iki
çeşittir:
1) İlme karşı olan cehalet
2) Vakar ve sünnete karşı olan cehalet,
1. Şıktaki cehaletin karanlığı marifet ve irşat nurlarıyla
yok edildi, ikincisinin yok edilmesi ise, fesat ve hevanın yularını
geri çekmekle mümkündür. (Câhiliyyet devrinin) İlk Araplar fazla
cehaletle iftihar ederlerdi. (Bir şair söyle der:) Dikkat edin kimse
bize karşı cehalette bulunduğunu iddia etmesin. Biz ona en büyük
cehaleti gösteririz. İslâm bu saçmalığı men edip cemiyeti fazilet,
bu mümkün olmadıysa adalet temelleri üzerine ikâme etti. Bu da ancak
öfkelenme huyuna aklın hâkim kılınmasıyla mümkündür.
Resul-i Ekrem’in (s.a.v), nasihatlarının çoğu bu hedefi
gerçekleştirmek meyanındaydı. Öyle ki saldırganlık ve tecavüz
belirtileri İslâmî cemaatten ayrılma olarak kabul ediyordu.
“Müslümana sövmek fısk, onu öldürmekte küfür alâmetidir.” (274)
Abdullah bin Mes’ud şöyle der:” Müslümanlardan her iki kişi
arasında (manevî) bir perde vardır. Bunlardan bir arkadaşlarına
ayrılığa sebebiyet verecek bir kelimeyi konuşunca aralarındaki bu
perde yırtılır.” (275)
Önceden İslâmî bir kültürü olmayan bir bedevi Resulullah(s.a.v)
‘e geldi. İsmi Cabir bin Selim idi.Kendisi anlatıyor. “Ben her
söylediğimde sözü neticelenen birini gördüm. Kim olduğunu sordum.”
Onlar: “Allah (c.c)’ın Rasulüdür,” dediler. Ona: “Sana selam olsun”
dedim. O,:”Aleykesselam (Sana selam olsun) ;deme. Çünkü o ölü
selamıdır. Yalnız selamı başa almak suretiyle “Esselamüaleyke de.”
Câbir bin Selim anlatıyor: Ona sen gerçekten Allah (c.c)’ın Resulü
müsün?” dedim. O,: “Sana zarar dokunduğunda onu çağırdığın takdirde
kaldıracak, bir kıtlık isabet ettiğinde nebat yeşertmek suretiyle
bolluğa, hayvanını geri çevirtecek olan Allah’ın Resulüyüm.”
buyurdu. Câbir bin Selim ” Bana nasihat et” dedim “Kimseye sövme
“dedi. Bundan sonra hür , köle , koyun deve hiçbir şeye sövmedim.
Resulullah (s.a.v) şöyle devam etti. “İyilikten hiçbir şeyi hakir
görme. Mü’min kardeşinle konuştuğun vakit güler yüzlü ol, bu da
senin için bir iyilik sayılır. Birisi seni bildiği gibi kusurunla
ayıplarsa sen onu bildiğin kusurunla ayıplama,şüphesiz ki bunun
vebali ona aittir.” (276)
İnsanlardan bazısının öfkesi durmaz. Bunlar devamlı taşkınlık
ipinde asık suratlı bulunurlar. Konulduklarında sıtma hastalığına
yakalanan hasta gibi titreyip dururlar. Bağırıp çağırırlar.
Ağızlarından köpük fışkırır, lanet getirirler, ayıplarlar. Halbuki
İslâm bu çirkin hareketlerin tümünden berîdir.
Resulullah (s.a.v) “Mümin ayıplamaz, lanet getirmez . Hayasız ve
çirkin hareketlerde bulunmaz.” (277)
Lanet getirmek kötü hasletlerdendir. Basit bir hadise için
başkasına lanet okuyanlar büyük tehlikelere maruzdurlar. Bilakis
insana büyük birşey isabet ederse de lanet getirmemesi lâzımdır.
İnsanın îmanı nisbetinde bağışlama ve vakarı artar. Kendisine hatalı
davrananlara karşı helak edici harekette bulunmaz ve öfkelenmez.
Resulullah (s.a.v)’e müşriklere beddua ve lanet getir denildiğinde,
“Ben lanet edici değil rahmet edici olarak gönderildim.” (278)
buyurdu. Kişinin kusurları affetme, öfkesini yenme ve nefsine hâkim
olabilme nisbetinde Allah (c.c)’ın indinde değeri olur.
Ebu Bekir (r.a) bir kölesine lanet getirirken Rasulullah onu
beğenmeyip şöyle demiştir. “Sâdık birine lânetçi olması
yakışmaz.”(279) Başka bir rivayet şöyledir: “Lânetçi ve sıddık
olmanız bir arada bulunmaz” Ebu Bekir yaptığına keffaret olması için
adı geçen kölesini âzad etmiş ve Resululah (s.a.v)’a gelip bir daha
böyle bir şey yapmayacağım arz etmiştir…
Çünkü lanet tehlikeli çirkin ve azgınca bir harekettir. Hakkı
yerine getirmekten ziyâde ortalıkta öfke hüküm sürer. Şahıslara
böyle ağır tarzda hakaret etmek uygun düşmez. Çünkü böyle bir
cinayetin vebalinden kimse kurtulamaz. Resulullah (s.a.v) şöyle
buyurur:”Bir şahıs herhangi birşeye lânet ederse adı geçen lanet
göğe yükselir. Fakat gök kapıları kendisine açılmaz. Yere iner,
yerde onu almaz, sağa – sola gitmek istese de hiçbir yer onu kabul
etmez hemen sahibine (söyleyene ) geri döner,” (280) İslâm birbirine
düşman kişilerarasında ki basit sürtüşme ve kavgaları haram
kılmıştır.
Nice sürtüşmeler vardır ki onlarla ırzlar çiğnenir, haram
kılınmış sövmelerle günahsız olana itham edilir. Tüm bunlara
öfkelenme ve edep dışı hareketlerden başka hiçbir şey sebebiyet
vermemektedir.
Tüm bu sataşmaların vebali ilk od’u alevlendiren kişiye aittir.
Hadiste şöyle denilmiştir. “Karşılıklı şovenlerin günahı ille
başlayanadır. Ancak zulme uğrayan haddi aşarsa durum değişir. Ortak
olurlar.” Böyle durumlardan kurtulmanın tek çaresi öfkeye vakarın
hâkim olması, öç almaya da affetmenin galebe çalmasıdır. Şüphesiz ki
insan şahsına veya sevdiği birine gelecek herhangi bir hakaretten
dolayı üzülür. İntikam alma fırsatını kaçırdı mı misilleme yapmaya
çalışır. Gördüğü zarar nisbetinde hasmına zarar vermeden rahat yüzü
görmez.
Fakat burada Allah (c. c) katında daha makbul daha hoş ve büyük
insanlara daha yaraşır bir durum var, o da şudur. Kişinin öfkesini
yenmesi kısas yapmaktan elini çekmesi ve bu affını Allah (c..c)’a;
ona intikam imkanını bahşettiği halde intikam almadığına şükür
kılmasıdır. İbni Abbas anlatıyor: Üyeyne bin Hısn gelince kardeşi
oğlu Hürr bir Kays’a gitti ki, bu Ömer (r.a)’in müşavere ettiği
zatlardandır.Genç, ihtiyar tüm Kur’an âlimleri Ömer (r.a)’in danışma
meclisine üye idiler. Üyeyne: ” Ey kardeşimin oğlu! Bana
Ömer(r.a)’den müsaade iste,” O da müsaade alınca Ömer (r.a)’in
yanına gitti. Ve “Ey Hattabın oğlu! Allah (c.c)’a yemin ederim ki
sen ne bize gereken şekilde bol ihsanda bulunuyorsun, ne aramızda
adaletle hükmediyorsun,” dedi. Ömer (r.a) onu bozmaya kalkışacak
kadar hiddetlendi. Hürr: “Ey mü’minlerin emiri! Allah (c.c)
Peygamberine (s.a.v) şöyle buyurmuştur “(Habibim) sen kolaylığı tut,
iyiliği emret, câhillerden yüz çevir.” (281)
Allah’a yemin ederim ki Ömer (r.a) ayet okununca hemen durdu.
Çünkü Ömer (r.a) Kur’ana tam teslim olanlardandır. Bir bedevînin
yanma yersiz girip ona sataşması, nasihat kasdı ve bir hak talep
etme isteği olmadığı halde üzerine gelmesi onu öfkelendirmiştir.
Bedevî sultanın makamına girip, herhangi bir sebep olmaksızın ve
karşılıksız olarak ondan mal istemişti. Ömer (r.a) onun avam
tabakasından, kültürsüz biri olduğunu anlayınca ondan vazgeçip
serbest bıraktı. Hadis’i şerif şöyledir:”Kim gerçekleştirmeye
muktedir olduğu halde öfkesini yenerse Allah (c.c) onu kıyamet
gününde herkesin hazır bulunduğu bir anda hurilerden dilediğini
almak hususunda serbest bırakacaktır.”
Ubade Bin Samit, Resul-i Ekrem’in şöyle dediğini rivayet
eder:”Size beldeleri şerefli kılan, dereceleri yükselten amellerden
haber vereyim mi?” Ashâb “Evet,” dediler. O, (s.a.v):”Sana karşı
cehalette davrananlara vakarla, zilim edenlere af ile karşılık
verip, sana ihsanda bulunmayana ihsanla, ziyaretine gelmeyene de
gitmekle karşılık vereceksin… buyurdu.”(282) Kuran’ı Kerîm bu
nâzik hareketleri sahibini cennete götürecek sebepler olarak beyan
etmiştir. “Rabbinizin mağfiretine , eni göklerle yer kadar olan
cennete koşun. O cennet takva sahipleri için hazırlanmıştır. (Onlar)
bollukta ve darlıkta harcayıp yedirenler, öfkelerini tutanlar,
insanların kusurlarını bağışlayanlardır… Allah (c.c) ihsanda
bulunanları sever.”(283)
Eşine rastlanmayan bağışlama hadislerinden biride.ResuriEkrem’in
(s.a.v) münafıkların reisi Abdullah bin Übey’i affetmesidir. Adı
geçen münafık mülümanlar’a her oyunu tertipleyen, azılı bir islam
düşmanıydı. O şeytanla el ele verip Müslümanlara karşı komplolar
düzenler, eline geçen her kötü fırsatı değerlendirirdi. Mü’minlerin
annesi Aişe (r.a) hakkında ifk hadisesini tertipleyip, münafıkların
vasıtasıyla etrafa yayan ve islâm Devletinin temelini bu şen’i
yalanlarla sallamaya çalışan yine bu münafiktı.Eskiden beri Doğu
nazarında kadın namusunun kudsiyeti büyüktür. Kadının akraba ve
ailesinin tüm şerefi kendi şerefine bağlıdır. Bunun için ifk
hadisesinin verdiği elem, Resul’i Ekrem ve onun ashabını gönülden
vurmuştu. Bu hayasızca iftiranın acı yankılan kalplerini keder ve
hüzünle dolduruyordu: Bu hüzün adı geçen durumu açıklayan ayetlerin
nüzulüne kadar devam etti.
Evet bu husustaki ayetler nazil olup Aişe’nin beraat ve
nezafetini ilan etti. Münafıkların da yalan ve iftiraların açığa
vurup onları rüsvay etti. “Aişe (r.anha) hakkında o iftira haberini
getirenler içinizde (münafık olan) bir zümredir. O, iftirayı Allah
(c.c) katında sizin için bir kötülük sanmayın. Bilakis o, (sevap
bakımından âhirette) hakkınızda bir hayırdır. (Bu hitap iftira
hadisesinde üzülen mü’minleredir.) O iftiracılardan her kişiye
kazandığı günah kadar ceza vardır. Onlardan günahın büyüğünü
yüklenen (Abdullah b. Ubey) için büyük bir azab vardır.” (284)
Bu iftirada seçkin ve büyük rol oynayanlara had uygulandı. Fakat
çıban başı (olan münhafik Abdullah b. Ubey) müslümanlara tekrar
elinden geldiği zarar ve hileleri tertiplemek için kurtulabildi!..
Allah (c.c.), Peygamber ve ordusunu muzaffer kıldı. İslâm dini de
asırları geride bırakacak şekilde ilerledi. Düşmanlar içte
saklamakla yetindiler? Evet hezimet onları her taraftan ihata etti.
Abdullah b. Ubey sararıp soldu. En sonunda da nifağını etrafa
yaydıktan sonra hastalanıp öldü…
Abdullah’ın oğlu, Resulullah’a (s.a.v.) gelip babasının affını
talep etti. Resulullah onu affetti. Daha sonra kendi elbisesi
içerisinde gömmesini talep etti. Resulullah (s.a.v.) onu da yaptı.
Sonra ona dua edip üzerine namaz kılınmasını talep etti. İnce
yürekli bağışlamasını seven Resul-i Ekrem bu isteğini de reddetmedi.
Hatta dün ırzına iftiralar atan bu naşın önünde durup afını taleb
etti. Fakat ilahî yüce adalet bunları reddetti. Ve şu âyet nazil
oldu: “Ey resulüm O münafıklar için ister mağfiret dile veya
mağfiret dileme onlar için 70 defa mağfiret dilesen de yine Allah
onları asla bağışlayacak değil. Bu mağfiretten mahrum edilişleri
şundandır. Çünkü onlar Allah’ı ve Resulünü tanımadılar. İnkâr
ettiler. Allah ise öyle fâsıklar topluluğuna hidayet etmez.”(285)
İfk hadisesiyle ilgili olarak şu hususu da belirtelim. Ebu Bekir
(r.a.) bir akrabası ondan yardım aldığı halde kızına iftira atmaktan
geri kalmamıştı. O, bu iftira ile hem İslam, hem akrabalık, hem de
iyilikleri unutmuş oluyordu. Ebu Bekir (r.a.)’i onun yardımından
alan ve sıla-ı rahm etmemeye yemin ettiren husus ta buydu: “Bir de
içinizde fazilet ve servet sahibi olanlar akrabalara, yoksullara,
Allah yolunda hicret edenlere vermemek üzere yemin etmesinler.
Kusurlarını bağışlasınlar. Aldırmasınlar, Allah’ın sizi
bağışlamasını sevmez misiniz? Allah gafurdur, rahimdir (286)
Ebu Bekir (r.a.) önce yapmakta olduğu iyilikleri tekrar yaparak
“Ben Allah’ın beni affetmesini istiyorum” dedi

Cömertlik Ve Kerem
İslâm; infak ve cömertlik dinidir. O, cimrilik ve pintiliği
yasaklar. Onun içindir ki, mensuplarına cömert bir ruha, veren bir
ele sahip bulunmalarını emretmiş, onlara iyilik ve cömertliğin tüm
gereklerini tavsiye etmiş, insanlara gece-gündüz, hayrı takdim
etmeleri yolunu göstermiştir. “Mallarını gece-gündüz, gizli-aşikar
hak yolunda harcayanlar yok mu? İşte onların Rableri katında
mükâfatları vardır. Onlara bir korku da yoktur. Onlar mahzun da
olacak değillerdir.”(287)
İslâm’ın müslümanlara emrettiği hususlardan biri de nefislerinin
her arzusuna uymayıp mallarının tamamını tüketmemeleridir. Allah
(c.c.)’ın kendilerine verdiği malda başkalarının, düşkün ve
yorgunların, ihtiyaçlarını ve rahat yaşamlarını karşılayacak şekilde
haklan vardır. Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurur: “Ey Ademoğlu!
Malını Allah (c.c.) yolunda harcarsan senin için daha hayırlıdır.
Onu tutman ise senin için zararlıdır. Olmayanı vermediğin için kimse
seni kınamaz. Öncelikle nafakalar üzerinde olanlardan başla. Veren
el, alan elden daha hayırlıdır. (288)
Allah (c.c.) akraba ve yoksullara infağı emr ve israfi
nehyetmekle bu hususa işaret etmiştir. İsrafçı; sefih ve
vurguncudur. O, malının kıymetli kısmını kötü arzularına sarfeder.
Artık bundan sonra, üzerine vâcib olan yardımı nereden ve nasıl
yapabilecektir ki? Allah (c.c.) şöyle buyurur: “Hışma, yoksula,
yolda kalmışa, haklarını ver. Malını israf ile saçıp savurma.
Çünkü saçıp savuranlar şeytanın kardeşi olmuşlardır. Şeytan ise
Rabbine karşı çok nankördür.”(289)
Kur’an, bu siyak sadedinde zenginlere, muhtaçlara yardım etmeyi,
şahsiyetlerinin korunmasını, onlara hayırhah olmayı, isteklerini
yerine getiremedikleri takdirde güzel bir sözle onlara cevap verip
geri göndermelerini emreder. “Şayet Rabbinden umduğu rahmeti
arayarak onlardan sarf-ı nazar edersen (böyle bir mecburiyette
kalırsan) o halde kendilerine yumuşak bir söz söyle (bekle
mukabelede) bulun.”(290)
İslâm’ın infak ve cömertliğe çağrısı, bol ve çok yönlü olup
bencillik ve cimriliğe karşı aralıksız bir savaştır.
Hadis-i şerifte şöyle denilmiştir: “Cömert kişi Allah’a
insanlara ve cennete yakındır, ateşten uzaktır. Cimri kişi ise Allah
(c.c.), insanlar ve cennetten uzak olup, ateşe yakındır. Cömert olan
bir bilgisiz, Allah (c.c.) indinde cimri bir âbidden daha
hayırlıdır.”(291)
Yeryüzünde yardımlaşma ve merhametten müstağni bir millet ne
bulunmuş, ne de bulunacaktır. Cemiyette fakir ve zengin, bolluk ve
yokluk bir arada bulunduğu müddetçe huzur ve mutluluğun temin
edilebilmesi için, zenginin fakire, güçlünün de güçsüze yardım
etmesi gerek. Mal ve zenginlik insanların manevî kabiliyetlerine
göre dağılıp verilseydi birçok insan zengin, geri kalanlar ise
fakirlik ve imkânsızlıklar içinde kalacaklardı. Bu durum hiç
kimsenin müdahale edemeyeceği, Allah (c.c.)’m değişmez bir
kanunudur. İnsanlar arasında şakavet, ancak birbirlerinden habersiz,
yardımsız sadece kendi nefisleri için çalıştıklarında baş gösterir.
Halbuki Allah (c.c.) insanları, imkan konusunda imtihan kasdıyla
içice ve hallerini farklı olarak yaratmıştır. “Sizin bir kısmınızı
diğer bir kısmınız için bir imtihan yaptık. Sabredecek misiniz
(diye). Rabbin hakkıyla görendir”.
Bir millet arasındaki bağlar bu şekilde pekişmedikçe, o millet
muvaffak olmaz. Fakirler yoksulluğa dayanmaz. Zenginleri de
mallarıyla rahat bulmaz.
İslâm’ın bu hedefi gerçekleştirecek bir çok müeyyidesi ve prensibi
vardır. Onlardan biri, ruhları hayır, yardım ve iyiliğe alıştırması
ve terbiye etmesidir. Bu prensiplerin tatbikata konulmasıyla, sâdece
fakirler rahat bulmaz, bilakis zenginler de bunun huzur ve emniyeti
içinde yaşarlar. Zenginler, fakirlerin kin, haset çekmekten ve
varlık içinde yaşamanın kötü neticelerinden korunmuş olurlar. Allah
(c.c.) şöyle buyurur: “İşte siz, Allah yolunda (ancak farz olanı)
harcamaya da’vet edilmekte olanlarsınız. Fakat içinizde (yine)
cimrilik edenler var. Kim cimrilik ederse kendi nefsine cimrilik
etmiş olur. Allah Gani’dir siz ise fakirsiniz. “(292)
Fakirlik insanları zor durumda bırakan bir musibettir. Bazen
onları insanlık seviyesinden düşürüp, Allah’ın kendilerine diğer
varlıklardan ayrı olarak verdiği şeref ve değeri neredeyse silip
götürür.
Birini, neredeyse avret yerini gösterecek şekilde yırtık elbise,
yalın ayak, gözü elbiselerde olduğu halde ve mahzun bir şekilde geri
çevrilmiş bir durumda görmek, elbette ki insana zor gelir. Böyle
acıklı bir manzarayı görüpte üzülmeyenler, ne insan, ne de (kamil)
müslümanlardır. Tüm insanlık arasında koparılmaması gereken müşterek
bağlar vardır. Bu bağları yoksulluk koparmamalıdır. İman gereği
olarak kişi böyle düşkün insanlara bakmak hususunda Rabbinden
korkmalıdır.
Resul-i Ekrem (s.a.v.) birgün böyle acıklı bir manzarayı görüp
etkilenmiş. Ashabını etrafına toplayarak onlara insanlık haklarını
hatırlatmış, Allah (c.c.) ve âhiret gününden korkmalarını tavsiye
etmişlerdir. Ta ki ashâb, hem mal, hem de elbise bağışında
bulunmuştur. Cerir (r.a.) anlatıyor: “Bir günün ilk saatlerinde
Resulullah’ın yanındaydık. Mudur kabilesinden bir grup, neredeyse
çıplak olacak derecede, yırtık elbiseler içinde huzuru saadetlerine
geldi. Resul-i Ekrem (s.a.v.) onların bu acıklı ve perişan durumu
karşısında üzüldü ve rengi soldu, gidip – geldi. Bilal’e ezan ve
kamet getirmesini emredip namaza durdu daha sonra şu hitabeyi îrad
buyurdu: “Ey insanlar!… Sizleri bir tek şahıstan yaratan Ondan da
eşini vücuda getiren, o ikisinden de birçok erkeklerle, kadınlar
meydana getiren Rabbinizden korkunuz. Günah işlemekten sakınınız,
kendisinin adını öne sürmek suretiyle dileklerde bulunduğunuz Allah
(c.c.)’tan ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakınınız. Çünkü Allah
(c.c.) sizin üzerinizde tam bir gözeticidir. Ey îman edenler! Allah’
(c.c.)’tan korkun ve herkes yarın için önden ve göndermiş olduğuna
baksın.”(293) Herkes dinarı, dirhemi, elbisesi, buğdayı ve
hurmasından bir bölümü ile tasaddukta bulunsun. Hatta yarım hurma
ile de oha yine tasaddukta bulunsun. (Ravi anlatıyor): Resulullah’a
bir adam taşımaktan aciz kaldığı bir kese getirdi, hatta adam
taşıyamıyordu. Ashâb birbirine bakıp tasaddukta bulundu. Öyle ki
yiyecek ve elbiselerden iki küme olmuştu. Resulullah’ın yüzü ay gibi
parlak ve (şükürden rengi altını andıran bir durumda iken gördüm ki
şöyle devam ediyor: “Kim İslâm’da güzel bir çığır açarsa ona bunun
ve bununla amel edenlerin ecri kadar sevap vardır. Hiçbirinin sevabı
da noksanlaşmaz. Kim de islâm namına kötü bir çığır açarsa,
hiçbirinin günahı eksilmeden, bu çığırı açan üzerine, hem yaptığı
günah, hem de onunla amel edenlerin günahı yazılır. “(294)
Bu beliğ hitab, hayırda yarış ve faydalı işlerde müsabaka için
derin davettir. Bunlara kış ve ilkbaharda verilen ziyafetler vs.
misal verilebilir. Aynı zamanda bu hitab, cemiyette kötü taklidleri
meydana getirip, cemiyet meselelerim onlara bağlayıp, sonradan
gelecek nesilleri bu kötü taklidlerin şer ve zararlarıyla karşı
karşıya bırakanlar için de bir tehdittir. Ancak, insanoğlunun
fıtratında mal sevgisi ve biriktirme hırsı vardır. Onun için
yeryüzünü dolaşır. İnsanoğlunun gönlündeki mal biriktirme sevgisi
çok olup, düşündüğü hep kendi nefsidir, başkalannı ise çok az
düşünür. Bütün yeryüzündeki mala sahip olsa, hatta Allah’ın rahmet
hazineleri kendisinin olsa, yine tam bir şekilde infak etmekten
çekinir. Dar gönlünde, eline cimrilik zincirlerini vuracak sebepler
oluşur. “De ki Rabbim’in rahmet hazinelerine siz mâlik olsaydınız, o
zaman harcamaktan tükenir korkusuyla muhakkak cimrilik ederdiniz.
İnsan çok cimridir.”(295) İslâm böyle bir hasleti, şiddetle karşı
konulması gereken tehlikelerine karşı uyanık bulunmamızın
hicabettiği bir durum olarak kabul etmiştir. Aynı zamanda dünya ve
âhiret saadetinin ancak cimrilik hasletinin, cömertliğe
kaydedilmesiyle mümkün olabileceğini de beyan etmiştir.
“O halde gücünüzün yettiği kadar Allah’tan korkun… Öğütlerini
dinleyin, itaat edin. (Mallarınızdan Allah yolunda) kendinizin hayrı
olarak harcayın. Kim nefsinin koyu cimriliğinden korunursa, işte
onlar muradlarına erenlerin tâ kendileridir.”(296)
İçinde fakir ve yoksulun hakkı olduğu halde depolarda saklanan
mallar sahipleri için büyük serdir. O mallar, deliklerde bekleyen ve
insanlara zarardan başka birşey vermeyen ejderhalar gibidir. İslâm,
böyle ejderhaların, zehir ve iğneleriyle, kendilerini hapseden
sahiplerinin ellerini zehirleyeceğini beyan etmiştir.
“…..Kendilerinden Allah (c.c.) yolunda harcanmayan hazineler,
kıyamet gününde yaşlı yılanlar şeklinde girip ağızlarını açmış bir
durumda sahiplerini takip edecektir. Sahibi ondan kaçmaya
çalıştığında kendisine şöyle denilecektir: Biriktirdiğin malı al.
Ona muhtaç değilim deyip, çaresiz kalınca elini yılanın açık ağzına
kor. O da kuvvetli ve yırtıcı bir hayvan gibi dişler”(297)
İslam, insana güzel ve ikna edici usullerle mala olan aşın
sevgisinin kendisini felakete sürükleyeceğini îzah eder. İnsan malın
akidesini düşünürse, cömertliğin daha hayırlı olduğunu anlar. “Kul
malım… malım…; der durur. Şüphesiz ki malından ona çok şey
vardır:
1. Yiyerek tükettiği,
2. Giyerek eskittiği,
3. Allah (c.c.) yolunda harcayarak âhiret için biriktirdiği
geri kalanı terkedip insanlara miras olarak bırakacaktır” (298)
İnsanın başkasına terkedeceği mal için Rabbini razı etmemesi
gerçekten hayret vericidir.
Müslüman malından dünya ve âhireti için istifade etmezse başka
neden istifade edebilecektir. Resulullah (s.a.v.) bu gerçeği şöyle
îzah buyurmuşlardır: “Sizden kiminizin vârisinin malı, kendi
malından daha sevimlidir? Ashâb: Ey Allah (c.c.)’ın Resulü! Hepimiz
kendi malını daha çok sever, dedi. Resulullah (s.a.v.): “Allah
(c.c.) yolunda verdiğiniz mal kendinizin, bıraktığınız mal da
varislerinizin malıdır, buyurdu”(299). Resulullah (s.a.v.) zekat
toplama esnasında insanların hırs ve bunun nasıl hâl olabileceği
hususuna dikkat çekmiş ve şöyle buyurmuştur: “Sizlere hoşlanılmayan
memurlar gelecektirler. Onları iyi karşılayın. İsteklerini yerine
getirin. Adaletle hükmetseler kendileri lehine, zulmetseler kendi
aleyhlerinedir. Onları razı ediniz. Zekatı tam vermeniz onları razı
eder. Size kalacak mal bıraksınlar”(300)
Hayır yapmaya engel olan, cimrilik duygularını yenebilmek İslâm
nazarında büyük bir fazilettir. Şu bir gerçektir ki, insanın
dünyadaki emelleri çoktur. Bedeni sıhhatli olunca tamamıyla dünyaya
bağlanır. İstikbaline hırsla bakar, harcamada cimri davranır. Kendi
ve çocuklarının geleceğinden emin olabilmek için malını çoğaltır.
İnsan tüm duygularım yenebildiği ve harcama konusunda elini.
açabildiği takdirde, Allah (c.c.) yolunda bolca sarfeder. Yokluk ve
kaybolacağından korkmadan büyük hayırlarda bulunur.
Bir adam Resulullah (s.a.v.) huzuru saadetlerine gelerek: Ey
Allah (c.c.)’ın Resulü! Hangi sadaka daha çok sevapdır? dedi.
Resul-i Ekrem (s.a.v.) “Sağlam ve hırslı bulunup, fakirliğin
geleceğinden endişe ettiğin, zenginliği umduğun ve ölüm gelip
çattığında, “Falana bu, falan şu kese” diyeceğin zamanadek
geciktirmeden vereceğin sadakadır”buyurdu.(301)
İhlaslı bir şekilde ve merhametli bolca infakta bulunmak kişinin
günahlarını yok eder, hatalarını da siler. “Eğer sadakalarınızı
aşikara verirseniz, o ne güzel. Eğer onları gizler (bu suretle)
fakirlere verirseniz, işte bu sizin için daha hayırlıdır. (Allah o
sebeple) günahlarınızdan bir kısmını yarlığar. Allah ne yaparsanız
ondan hakkıyla haberdardır. “(302) “Eğer Allah’a gönül hoşnutluğuyla
ödünç verirseniz onu sizin için iki kat artırır. Hem sizi yarlığar
da, Allah az hayra çok mükafat verendir. Ceza hususunda acele
etmeyendir O, gizliyi de aşikarı da bilendir. Üstündür. Tam hüküm ve
hikmet sahibidir. (303)
Müslümanın ayağı bir günaha kayar, Rabbiyle alakasının
kesildiğinin farkına varırsa, böyle bir durumdan temizlenmenin,
kaybettiğini tekrar elde etmenin, Rabbinin rıza ve mağfiret
perdelerini üzerine çekmenin yolu, yanında çok kıymetli olan bir
malı hemen fâkir-fukaraya dağıtmak suretiyle, merhametlilerin en
merhametlisi olan Allah (c.c.)’a yaklaşmasıdır. Ebu Zerr (r.a.)
Resulullah’ın şöyle buyurduğunu rivayet eder:
“İsrailoğulları zamanında bir âbid bir manastırda altmış yıl
ibadet etti. Yağmur yerleri yeşertti. Manastırından çıkıp: “Ben
buradan gidip Rabbimi zikredersem çok iyi olur” diye kendi kendine
düşündü. Yanına iki somununu alarak gitti. Giderken yolda bir
kadınla karşılaştı. Birbiriyle konuştuktan sonra kadına tecavüz etti
ve kendinden geçti. Daha sonra yıkanmak için bir göle indi. Bu
esnada bir fakir yanına geldi. (Bir şeyler istedi). Âbid, iki somunu
kendisine alması için fakire işaret etti. Ve sonra öldü. Âbidin
altmış yıl yaptığı ibadetler kadınla yaptığı zina ile tartılınca
zina daha ağır geldi. Bu sefer ibâdetlerin bulunduğu kefeye vermiş
olduğu iki somun konulunca hayır ve ibâdetleri ağır gelip
affolunmasına sebep oldu.”(304)
Cömert ve infakta bulunanların affedilecekleri hususunu
açıklayan en güzel misal, ümmetine öğretmesi için Allah (c.c.)’ın
peygamberi Yahya’ya vahyettiği şu rivayettir…
“Sizlere, sadaka vermenizi emrediyorum. Sadaka verenin misali,
şu adama benzer ki düşman onu esir almış ve ellerini boynuna
bağlamıştır. Sonra da boynunu vurmak için onu yaklaştırmıştır. Tam
bu sırada, adam şöyle demeye başlamış: “Fidye karşılığı kendimi
sizden kurtarabilir miyim? Böylelikle kendini kurtarıncaya dek her
şeyini vermiştir”(305).
Zekat, hibe, nafaka ve benzeri şeylerden verdiğimiz çeşitli
sadakalar dünya ve ahiret için büyük ölçü sayılırlar. Bu ölçü ile
kişinin dini, kuvvet veya za’f bulur. İnsanın başkalarının hakkını
vermemesi ve Allah (c.c.) hakkında kötü zanda bulunması gibi bir
mahrumiyet düşünülemediği gibi, onun cömert olması ve Allah’ın
Rahmetine güvenmesi gibi, iyi hareketler de düşünülemez. Resulullah
(s.a.v.) şöyle buyurur:
“İyiliklerde bulunmak kişiyi kötülüklerden korur. Kimsenin
bilmediği şekilde sadaka vermek Allah (c.c.)’ın gazabını durdurur.
Sıla-i Rahim’de bulunmak ömrü bereketlendirir.”(306)
“Mallarınızı zekat ile muhafaza ediniz. Hastalarınızı sadaka ile
tedavi ediniz. Bela dalgalarını, dua ve yakarışla karşılayınız.”
(307)
Şeytanın hilelerine karşı zekattan daha kuvvetli bir şey yoktur.
Şeytan, insanı infak etmekten alıkoymaya ve dünya metaına bağlı
kılıncaya kadar onun nefsine korku saçar.
“Şeytan sizi fakir olacaksınız diye korkutur. Size cimriliği
emreder, Allah size kendisinden bir bağışlama ve bir bolluk va’d
ediyor. Allah (c.c.) ihsanı geniş olan herşeyi hakkıyla
bilendir.”(308) “İnsan sadaka vermeye kalkışınca, yetmiş şeytan
birden çenelerini kı-rarcasına onunla mücadele edip onu vazgeçirmeye
ça-hşırlar.”(309)
İnsan masraf ve ihtiyaçlarını hesaplarken az veya çok bir
bölümünü de, gerekli veya gereksiz sayılabilecek ihtiyaçları için
ayırarak yatırımda bulunur. Ona önemli bir yatırım gözüyle bakar.
İslam kişinin yeme, içme ve ilaçlar için yapılan yatırımlarını bu
kabilden sayarken, Allah (c.c.) için ve Allah (c.c.) yolunda yapılan
harcamaları bu statüye dâhil etmemiştir.
Bunu Allah (c.c.)’m şu âyeti de doğrulamaktadır: “Sizin
yanınızda dünya metaı tükenir. Allah katındaki rahmet hazineleri ise
bakidir.”(310) Aişe (r.anha) den şu hadis rivayet edilir:
“Biz bir koyun kesmiştik. Resulullah: “Ondan ne kaldı?” diye
sordu. Aişe: (r.anha.) “Yalnız kürek kemiği kalmıştır” buyurdu.
Rasulullah: “Kürek kemiği hâriç her tarafı kalmıştır” buyurdu. Bir
hadis-i kudside şöyle buyrulmuştur: “Kasalarından Allah (c.c.)
yolunda harca. Yalnız benim yanımdakiler yanmaz, gark olmaz ve
çalınmaz. Buna karşılık da sana en çok muhtaç olduğun şeyleri
veririm.”(3ll)
Bazen insan, cömertliğin malı azaltıp fakirliğe sebebiyet
vereceğini ve kişinin malı gölgesinde duyduğu huzuru ve menfaati
kaybedeceğini düşünür. Bu şeytanın stokçuların kalbine attığı
vesveseden başka birşey değildir.
Gerçek şudur ki: Cömertlik bolluğun ve malı artırmanın yoludur.
Allah (c.c.) yolunda harcayan biri, nimetlerde yüzer, bugün ve
yarınından emin olup, Allah(c.c.)’ın rahmet ve keremi içinde rahat
bir şekilde ömür sürer. Hadis’te şöyle denilmiştir: “Üç husus için
yemin ediyorum”:
1. Hiç kimsenin malı sadakadan dolayı azalmaz,
2. Gördüğü zulmü affeden izzet bulur.
3. Dilencilik kapısını açana, Allah (c.c.) fakirlik kapısını
açar.”
İnsan, cömertlik kulpuna sarılmalı, bu husustaki tüm gedikleri
kapatmalı. Kendinden bir şeyler isteyenlere, kârlı bir ticaret
yapıyorum gözüyle bakmalıdır. Bugün az miktarda verilen bir meblağ
daha sonra çok bir meblağ arzeder. Allah (c.c.) İslâmî ölçüler
içinde infak etmeyi karz-ı hasen olarak kabul etmiştir. Böyle bir
borcu Allah (c.c.) sadece bir veya iki katıyla karşılık vermez.
Bilakis teşvik edip, başkasına infakta bulunmanın bol ve tükenmez
rahmet hazinelere vesile olacağını beyan etmiştir. Hadis-i kutside
şöyle denilmiştir: “Ey kulum! İnfak et ki ben de sana infakta
bulunayım. Allah (c.c.)’in kudret eli doludur. Gece-gündüz
dağıtmakla eksilmez kainat yaratılah nasıl dağıttığını biliyorsunuz.
Hazinelerinden herhangi bir azalma olmuş mudur? Arşı su üzerinde,
mizan elinde, o dilediğini düşürür dilediğini yükseltir” .(312)
Allah (c.c.) şöyle buyurur: “Her neyi hayıra harcarsanız Allah
onun arkasından karşılığını verir. O, rızık verenlerin en
hayırlısıdır.”(313) Bollukta ve darlıkta Allah (c.c.) yolunda
infakta bulunanlar Allah (c.c.)’ın kontrol ve rahmeti altındadır.
Melekler onlara duada bulunur. Allah (c.c.) malını çoğaltır.
Stokçulara ise zarardan başka hiçbir şey gözükmez. Böyle kişiler
mallarıyla ebedi veya mallan onlarla ebedi kalabilir mi? Mal
başkalarından bizlere intikal eden bir emanettir. Bizden de
başkalanna gidecektir. Öyle ise niçin ona güvenip, onunla mahvolmaya
çalışalım? İnsanlık sahip bulunduğu dünya metaının tümünü ister
istemez Allah(c.c.)’a terkedecektir. Dünyaya geldikleri an gibi
malsız ve pulsuz olarak kefenleriyle göç edeceklerdir. Kıyamet
gününde hakkını vermedikleri mal boyunlarına asılacaktır. Sema
iktidarının bu hakikati unutanlardan, yeryüzünde gamsız kedersiz
yürüyüp, zararlıyı toplamak ve fayda vereni unutmaktan başka bir iş
yapmayanlardan intikam alacağına şaşmamak gerekir. Resulullah
(s.a.v.) şöyle buyurur:
Her gün iki melek iner. Onlardan biri şöyle seslenir: “Allahım!
İnfakta bulunanan karşılığını ver. Diğeri de: Allahım! Malını
tutupta cimrilikte bulunanın malını telef et der.”(3l4) Bazen insan
sonradan meydana gelecek sıkıntı ve darlıklara karşı koyabilmeleri
için çocuklarına mal bırakmaya çalışırlar. Aslında bu, iyi bir
niyettir. Müslüman geride bırakacağı nesli korumak ve
ihtiyaçlarından emin bırakmakla mükelleftir. Başkasının fakirliğini
gidermen için, sana emreden İslâm, bu fakirliği evine girdirmenden
elbette ki razı olmaz. Hadis’te şu, vârid olmuş:
“Vârislerini zengin bir halde terk etmen, onları insanlara avuç
açacak fakir bir durumda terk etmenden daha hayırlıdır”.(315) Fakat
kişinin çocuklarının geleceğini garantiye alması ve onları rahatta
bırakması, din ve ahlakından tavizler vermek suretiyle olmamalıdır.
İnsanm, cimrilikte bulunarak nefsini, mürüvvetini ve Allah
(c.c.)’ın rızâsını feda etmek suretiyle kendinden sonrakilere mal
bırakması ahmaklığın tâ kendisidir.
İslâm, kişinin mal ve çocuklarını diğer nimetler gibi imtihan
vesilesi kabul eder. İnsan, tembellik gösterip yapılması gereken
vecibe ve fedakârlıklardan geri durursa, bu nimetler onun için bela
ve hatta en azılı düşman kesilirler. Bu hakikat, şu heyetin tefsiri
sayılır:
“Ey iman edenler! Eşlerinizin ve çocuklarınızın içinde hakikaten
size düşman (olanlar) da vardır. O halde, onlardan sakının. (Bununla
beraber) af eder kusurlarını başlarına kakmaz örterseniz şüphesiz
Allah çok yarlığayıcı ve esirgeyicidir. Mallarınız da, evlatlarınız
da sizin için ancak bir imtihandır. Allah ise, büyük mükafat ise
O’nun nezdindedir”(316)
Evet… İnsanın, hanımının dizinde oturabilmek için cihad’a
katılmaması veya çoluk çocuğuna biriktirme gayesiyle infaktan geri
durması, kendisine verilen nimetlere kötü davranması demektir. O,
ahmaklığıyla bunları aleyhine dönüştürmüştür. Havle binti Hakim
anlatıyor: “Resulullah (s.a.v.) bir gün torunlarından birini
kucaklayarak şöyle dedi:
“Sizler, hakkınızda cimrilik, korkaklık ve cehalet
yapılanlarsınız. Sizler Allah (c.c.)’ın insana verdiği güzel
nimetlerdensiniz.”(317) Kimin çocukları onun korkak, cimri ve gafil
olmasına sebep olursa, şüphesiz ki, o hüsrandadır. Kim de, herşeyden
önce Rabbi ve kullarının hukukuna riayet ederse kurtulmuştur.
Aslında hakları yerine getirmek ve stok için cimrilikte bulunmak
fakirliği önlemediği gibi zenginliği de garantilemez.
Kıyamet gününde böyle yapanların mazeretleri kabul görmez.
Abdullah bin Mes’ud’dan Resulullah’m şöyle buyurduğu rivayet
ediliyor:
“Allah (c.c.) kendilerine mal ve evlat verdiği iki kulunu
dünyaya salıverdi. Sonra birine: “Ey falan oğlu falan” deyince, o,
“Buyrun,” dedi. Allah (c.c.): “Ben sana çok mal ve evlat vermedim
mi? – “Evet verdin, Allah’ım” Allah (c.c.): “Sana verdiklerimi ne
yaptın? – “Fakir düşmesinler diye çocuklarıma terkettim.” Allah
(c.c.): “Sen gaybı buseydin az güler, çok ağlardın. Çünkü senin
onlar hakkında korktuğunu başlarına getirmişimdir.” Diğerine de:
“Falan oğlu falan” dendiğinde, o da “Buyrun” der. Allah (c.c.):
“Sana çok mal ve evlat vermedim mi? Evet verdin Allahım. “Sana
verdiklerime ne ettin? “- Senin yolunda harcadım, çocuklarımı da
senin bol rahmetine terkettim. “Allah (c.c.) “Sen de gaybı bilseydin
çok güler, az ağlardın. Çünkü itimat ettiğin hususun aynısını takdir
etmişim, çocuklarının rızkını da genişletmişimdir.” (318)
İslâm kişiye ilkin nefsine, sonra ailesine, sonra akrabalarına
en sonda da diğer insanlara iyilikte bulunmayı emretmiştir. Kişinin
nefsine iyilikte bulunmasının mânâsı: İhtiyaçlannı helaldan
gidermesi, kendini haramdan alıkoyması, cemiyette kendisini küçük
düşürecek hallerden ve müslümanın izzetine yakışmayan duruma
düşürücü fakirlikten korumasıdır. Bu ise ancak, içinde zulüm ve
israfin bulunmadığı vasat bir hayat biçimiyle olur. Müslüman
kendisim meşru hedefine ulaştıracak malı elinde bulundurabilir. Bunu
bulamadığı takdirde fakir sayılır. Ebu Said el-Hudri(r.a.)’den
rivayet edildi:
Resulullah (s.a.v.) sadaka verme hususunda emirlerde bulunurken
adamın biri, düşük bir kılık-kıyafet içinde mescide girdi. Ashab ona
tasaddukta bulundu. Resulullah (s.a.v.) de ona iki elbise verip,
daha sonra yine: “Tasaddukta bulunun” dedi. Adı geçen adam, biraz
önce almış olduğu iki elbiseden birini verdi. Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Düşük bir kıyafet içindeyken
kendisine iki elbise verdiğim adamı görüyor musunuz? Sonra yine:
“Tasaddukta bulunun” dediğinde kalkıp da iki elbisesinden birini
verdi. Sonra da Resulullah (s.a.v.) adama: “Elbiseyi al” dedi. (319)
Resulullah (s.a.v.) cemiyetten fakirlik, yoksulluk ve çıplaklığı
yoketmek istemiştir. İnsanların bazıları, çıplak ve aç yaşamaktan
çekinmezler. Ne var ki, böylelerinin, bu hallerini İslâm’a mal
etmeye haklan yoktur. İslâm, kişiye alnını açık ve yüzünü ak
çıkaracak mala sahip olmasını vacip kılar. Câbir (r.a)’den rivayet
edildi:
Bir adam yumurta kadar altın parçası ile huzuru saadete geldi ve
şöyle dedi: “Ey Allah’ın Resulü! Maden olarak elde ettim, sadaka
olarak kabul edin. Bundan başka bir şeyim de yoktur”. Resulü Ekrem
(s.a.v.) ondan yüz çevirdi. Adam tekrar Resulullah (s.a.v.)’ın sağ
tarafından gelip biraz evvel dediğini tekrarladı. Resulullah
(s.a.v.) yine ondan yüz çevirdi. Bu defa sol yanı cihetinden gelerek
söylediğini aynen tekrarladı. Rasulullah (s.a.v.) sadakasını elinden
alıp kendisine fırlattı. O’na isabet etmiş olsaydı onu incitirdi.
Sonra şöyle buyurdu: “Sizden biriniz sahip olduğu tüm servetini
getirerek: “Bu sadakadır” deyip, sonra da oturup insanlara avuç
açar. Halbuki sadakanın en hayırlısı zengin olarak verilendir.”(320)
Aile reisi, ailesi ve çocukları için gerekli ihtiyaçları
tanımalı ve yeterli bir biçimde bunlan harcamalıdır. Kişinin eş,
erkek ve kız çocuklarını yoksullukta bırakması, sonra da (neresi
olursa olsun) malını başka yerlerde harcaması, İslam’ın emri
değildir. Aile bağlan, riayet ve bağlı kalma cihetiyle diğerlerinden
önde gelir. Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurur: “Allah (c.c.) yolunda
(cihad için) köle azadı ve ailen için harcadığın paralardan en
hayırlısı, ailen için harcadıklarındır. “(321)
İhlas’ı anlatırken şu hadis-i şerif de geçmişti: “Müslüman,
sevabını Allah’tan (c.c.) umarak, ailesinin nafakası için infakta
bulunursa, bu onun için sadakadır. “(322)
İslâm bu irşadıyla nafakaları en güzel ve en verimli bir şekilde
tanzim etmek istemiştir. Aile, bütün cemiyetin direği ve büyük yer
işgal eden canlı bir hücresidir. Tüm ümmet için, aile meselelerine
öncelikle eğilmek, onun hakkını çiğnemek veya kaybetmekten daha
iyidir. Böyle bir irşatta mallarını âile hâricinde arkadaşlarıyla
veya yabancılarla harcayanlar için büyük bir tehdit vardır. Adı
geçen kişiler aileleri içinde cimrilik ve zulüm için en kötü
tablolar meydana getirirler.
Müslüman’ın akrabası, malının fazlasında en çok hakkı
olanlardır. Verilecek malın onlara verilmesi, akrabalık
haklarındandır. Zaten aklı selimin kabullendiği şey de budur.
İnsanın yanı başında muhtaç biri varken uzak yerdekilere hayırda
bulunmasının bir manası yoktur. Bilakis böyle bir hareket fakirlerin
kalbinde kin tohumlarını yeşertip, mahrum bırakılmalarının bir
düşmanlık ve azarlama olduğu şüphesini uyandırır…
Tasaddukta bulunan kişi bu korkunç durumu akrabasının başına
getirirse, sadakası hayır yerine vebal olur. Hadis-i şerif şöyledir:
“Ey Ümmeti Muhammed!.. Beni hak olarak gönderen Allah (c.c.)’a
yemin ederim ki, yardıma muhtaç akrabası olduğu halde başkasına
sadaka veren kişinin sadakasını Allah (c.c.) kabul etmez. Ve yine
Allah (c.c.)’a yemin ederim ki, Allah (c.c.) kıyamet gününde ona
rahmet gözüyle bakmaz.”(323) Abdullah b. Mes’ud (r.a.)’un hanımı
Zeyneb es-Sekafîyye Resulullah (s.a.v.)’ın şöyle buyurduğunu rivayet
eder: “Ey kadınlar topluluğu! Ziynetlerinizle de olsa, tasaddukta
bulununuz”. Zeyneb diyor ki, ben Abdullah’a gittim. Ve O’na: “Sen
varlıksız ve fakir birisin.” Resulullah (s.a.v.) bizlere tasaddukta
bulunmamızı emretti. Binaenaleyh git ve durumumuzu ondan öğren.
Şayet sana sadaka vermem caiz değilse başkasına sadaka veririm”.
Abdullah: “Sen Resulullah’a git” dedi. Zeyneb: Ben gidince ensar
hatunlarından biri, benim meselemin aynısı için gelmiş fakat
Resulullah’tan (s.a.v.) haya ettiği için kapıda bekliyordu. Bilal
(r.a.) dışarı çıkınca ona: “Resulullah (s.a.v.)’a git ve kimler
olduğumuzu belirtmeden, kapıda kocaları veya evlerindeki yetimlere
geçerli olup olmadığını soran iki hatunun durduğunu söyle, dedim”
Bilal (r.a.) durumu Resulullah’a (s.a.v.) bildirince: “Onlar
kimdir?” buyurdu. Bilal, Ensar’dan bir hatun ve Zeyneb dedi.
Resulullah (s.a.v.): “Hangi Zeynebler?” buyurdu. Bilal (r.a.):
Abdullah b. Mesud’un hatunu dedi. Resulullah (s.a.v.): “Evet onlara
hem yakınlık , hem de sadaka ecri vardır” buyurdu.(324)
Resulullah (s.a.v.) bir başka hadiste de şöyle buyurur:
“Miskine tasoddukta bulunmak; bir sadaka, akrabaya tasaddukta
bulunmak ise ,iki sadakadır. Biri sadaka, diğeri de yakınlık
ecri…”(325)

Kuvvet
Kuvvetli inanç; bitmeyen bir güç, cesaret, zorluklara göğüs
germek ve şiddetli işlere yönelmek için tükenmeyen bir kaynaktır ki;
sahibini her ne kadar zor ve istenmeyen bir şey ise de ölüme
koşturur. İşte, îmanın kalbe yerleşip kaynaşmasının şekli budur. O,
sahibinin tüm hayatına renk veren bir kuvvettir. Konuştuğundan
emindir. Çalıştığı zaman en iyi işi sergiler. Hedefindeki maksadı
açıktır. Kalbini onaran duygulardan ve aklını aydınlatan fikrinden
emin bulunduğu için tereddütler içine girmez. Onu, yerinden
fırtınalı kasırgalar bile depretemez. O, etrafındaki insanlara şöyle
der: “De ki, ey kavmim! Bulunduğunuz hal üzere çalışın. Elbet ben de
çalışıyorum. Artık yakında bileceksiniz. Kimmiş o, kendisine rüsvay
edici bir azab gelecek olan ve üzerine devamlı bir azab inecek
olan.” (247)
Bu meydan okuyuş, bu bağımsız çalışma ruhu ve bu hak yolda
bulunma güveni… Tüm bunlar onu hayat içinde ayrı hedef sahibi
kılar. O, insanlara basiretle bakar, onları doğru bulursa yardım
eder, hatalı bulursa çevirip kendilerini uyarmaya çalışır.
Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurur: “Sizden biriniz: “İnsanlar
iyilik yaparlarsa ben de yaparım. Kötülük yaparlarsa ben de yaparım”
diyen asalak ve sebatsız insan olmasın. Kendi kendinizi şuna
alıştırın: “İnsanlar iyilik yaparlarsa siz de iyilik yapın, kötülük
yaparlarsa kötülüklerinden uzak durun. “(248)
Zayıf insan, umumi örften uzak, revaçtaki taklidin esareti altına
giren şahıstır. Bu taklit dünya ve âhiretinin gitmesine bile mal
olursa onun için değişmez.
İnsanlar sevinç ve kederlerinde çeşitli bidatlar ihdas
etmişlerdir. Bu insanlar dinin emirlerinden ziyade bunlara
sarılırlar. Gerçek mü’min, dinde senedi olmayan bir şeye önem
vermez. O, taklid ve İslâm’a uymayan örfün üstüne gittiği için
çeşitli zorluklarla karşılaşabilir. Ancak, o tenkid ve ayıplamalara
kulak asmadan hiçbir kınayanın kınamasından korkmadan hak bildiği
hedefe doğru yol alacaktır. Bazen revaç bulan bâtılın üzerine
kuvvetli insanlar varınca fazla kalmadan bu bâtıl dağılıp gider. Çok
insan körü körüne savundukları bâtıldan vazgeçip eskiden düşman
bildikleri ve zahmet çektirdikleri kişilere, hakkı gördükleri için
gönül huzurluğu içinde yardımcı ve taraftar olurlar. İbni Abbas
Resulü Ekrem’den şu hadisi nakleder: “Sadece insanlar memnun
kalsınlar diye Allah’ı gazaplandıran kişilerden Allah’da buğz edip
kendileri için Allah’ı gazaplandırdığı kişileri de onun gözünde
düşürür. Kimse Allah (c.c.) için (haram işlediklerinden dolayı)
insanları gazapandırırsa Allah (c.c.) ondan razı olur. Ve bu gazaba
gelen insanların gözünde onun fiil, hareket ve şahsını haklı
göstermek suretiyle onları râzı eder. “(249)
Müslüman inandığı dâvada sebat edip bu yolda cahillerin örfünü
çiğnediği için karşılaşacağı tüm zorluk ve dedikodulara da kulak
asmasın. Kendisini Allah’ın rızasına götürecek hedefini bellesin.
Madem ki hurafelere inanmak bile sahibini çeşitli zorluk ve istihza
alanlarına sürüklüyor, öyleyse İslâm’a îman eden kişilerin
davalarında sarsılmaz dağlar gibi kuvvetli olmaları gerekir. “Seni
gördükleri vakit” bu mu Allah’ın Peygamberi olarak gönderdiği?
(derler). Seni bir eğlenceden başka birşey edinmezler.
(Şöyle derler): Hakikat eğer üzerlerine (düşüp) sebat etmeseydik
bizi az kaldı tanrılarımızdan saptıracaklardır. O, onlar azabı
görecekleri vakit kim yolca daha sapıktır, yakında bilecekler.”(250)
Evet, müslüman kalbindeki inanç, kuvvet ve iman azametinin
farkına varmalıdır. Mü’min bunu çevresine kabul ettiremediği
takdirde onun, yerinde durup hiçbir esintiden deprenmeyen ve yer
değiştirmeyen bir kötülükten farkı kalmaz.
İmanından güç alan, Rabbıyla olan irtibatının farkına varan,
İslâm’daki istikâmetin hakkını bilen bir mümine insanlar ne
yapabilirler ki? Tüm insanlar onun başına toplansalar da en ufak bir
şey yapamazlar. İbni Abbas (r.a.) anlatıyor: “Ben Resulullah
(s.a.v.)’ın terikesine binerken bana şu tavsiyelerde bulunmuştu: “Ey
delikanlı! Allah (c.c.)’ın emirlerini gözet ki Allah (c.c.)’ta seni
gözetsin. Allah (c.c.)’a geniş zamanında kendini sevdir ki o da
sıkıntı zamanında seni sevsin. Bir şey taleb ettiğin zaman Allah
(c.c.)’tan talep et, yardım istediğin zaman Allah’tan iste. Bütün
mahlukat el birliğiyle sana bir fâide. ve menfaat bağış etmek
isteseler Allah (c.c.)’in sana yazdığından fazla birşey
bahsedemezler. Kezalik tüm mahlukat el birliğiyle sana bir zarar
vermek isteseler Allah (c.c.)’ın sana takdir ettiği zarardan
ziyadesini yapamazlar. Kalemler (işleri hitâma erip) kaldırılmış,
sâhifeler de (üzerlerindeki yazılar tamam olup) dürülmüştür.”(251)
Şu bir gerçektir ki, mü’min de zilleti kabul etmeyen diğer
faziletler gibi, kuvvet fazileti de tevhid akidesiyle beraber onun
kalbine yerleşir. Mü’min semâ ile irtibatlı olup îmanı sayesinde
yalnız başına bir ümmeti oluşturabildiği için yüce değerlere
sahiptir. O, Rabbinin şu âyetini dilinden düşürmez: “De ki gökleri
ve yeri yoktan var eden ki O, yedirip besliyor. Kendisi yedirilip
beslenmiyor. Allah’tan başkasına mı tanrı edinecekmişim ben? Belki
bana hakikaten müslümanların birincisi olmaklığım emredildi. Sakın
Allah’a eş tutanlardan olma (denildi).” (252)
Ey Müslüman! İslâm’ın senden istediği; kuvvetli azim sahibi,
hedefine varmak için tüm kuvvetini harcayan, maksadım
gerçekleştirmek için en sağlam metodlara teşebbüs eden, hiçbir maddi
menfaata aldırış etmeyip tâviz vermeyen, çalışıp da nefsi için elde
edemediği mes’elelere boyun eğmeyen biri olmandır.
Nice kişiler vardır ki, Allah (c.c.)’a olan yalvarışlarını,
hezimetleri ve kusurları için siper etmektedirler. Bu ise İslâm’ın
kerih gördüğü bir durumdur.
Avf bin Malik (r.a.) anlatıyor: “Resulullah (s.a.v.) iki kişi
arasındaki davayı neticelendirdi. Ayrılıklarında aleyhine dava
neticelenen kişi: “Hasbunallahü veni’mel vekil” dedi. (253)
Resul-i Ekrem (s.a.v.): “Allah (c.c.) acizliği sevmez.
Binaenaleyh devamlı maharetli (ve zeki) olmaya bak. Bununla beraber
yine de sana bir şey galebe çalarsa “Hasbunallahü veni’mel vekil
de.”(254) Yani, bir müslüman yolundaki tüm engelleri aşmak için
bütün varlığıyla çalışmakla mükelleftir. İmkânını kullandıktan sonra
da muvaffak olmadıysa umutsuzluğa kapılmamak için Allah (c.c.)’a
tekrar yalvaracak ve yaklaşacaktır. Bu durumda engelleri aştıysa ne
âlâ. Aşamadıysa kulluk vazifesini îfa etmiş sayılır. O her iki
durumda da güçlüdür. Çünkü o, evvelden gayret sarfettiği için,
saniyen de tevekkül gösterdiği için güçlüdür.
Ey Müslüman! islâm sana işlerinde tereddüt edip, iyi işlerde
bocalamanı, feryadlan çoğaltmak suretiyle önüne şüphe bulutlan
oluşturmanı ve nasıl bilemeyip hayrette kalmanı fayda verecek
şeyleri bırakıp terketmeni yasaklamıştır. Evet, tüm bunlar müslümana
yakışmayan durumlardır. Resuli Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurur:
“Kuvvetli mü’min Allah’ın yanında zayıf mü’minden daha hayırlı
ve daha sevimlidir. (Hatta) tüm hayırları için de durum böyledir.
-Sana fâide veren şeyi hırsla taleb et- Allah’tan yardım dile, acze
düşme. Başına bir musibet gelirse şöyle yapsaydım böyle olurdu,
şöyle olurdu deme. Fakat “Allah (c.c.) böyle diledi de onun için
oldu, takdiri ilâhi böyleydi” de. Muhakkak ki “se, sa” manasına
gelen “lev” şeytanın istediği hareketlere yol açar. “(255)
Mazîyi feryad ve figanlarla değerlendirip kişinin dilediğini
elde edemediği için umutsuzluğa düşmesi şeytanvârî bir histir. Kişi
hazır ve istikbaline faydalı olabildiği nisbette geçmişine göz atar.
Geçmişin hezimetlerine eğilmek onlar için mahzun olmak neticede
manen dağılmak, “Şöyle olsaydı, böyle olmasaydı” hayalleri peşine
düşmek, “Keşke bu da olsaydı” kuruntularını tekrarlamak…
Evet, tüm bunlar müslümana yakışmayan ve onun ahlâkının
özelliğinden olmayan hususlardır. Nitekim böyle hususları Kur’an
kâfirlerin gönlünde alevlenen hasret belirtileri olarak kabul eder.
“Ey imân edenler! Kardeşleri yeryüzünde dolaştığı veya bir
savaşta bulundukları zaman haklarında şöyle söyleyen kâfirler gibi
olmayın: “Bizim yanımızda olsalardı ölmez ve öldürülmezlerdi. ”
Allah onların bu söz ve inançlarını kalplerinde bir keder ve hasret
olsun diye bıraktı. Halbuki Allah dilediğini yaşatır, dilediğini
öldürür. Allah yapmakta olduğumuz şeyleri bilendir.”(256) Bir hadisi
şerif böyle vârid olmuştur:
“Kim insanların en güçlüsü olmak istiyorsa, Allah’a (c.c)
tevekkül etsin.”
Kişiyi güçlendiren tevekkül, Allah (c.c)’a itimâd etmenin bir
suretidir. İnsan, zor günlerinde etrafına baktığı zaman, bazen
yardın ve bir umut ışığını göremez. Düşmanıyla karşı karşıya kalan
güçlü ve bilekli biri imkânsızlık ve kimsesizlik anında Allah
(c.c)’a tevekkül ederse arkasında büyük güç sahibi birinin varlığını
hissedip bu tevekkülünden dolayı sebat ve cesaret kazanır. Öyle ki
kendisine, fırtınalı ve karanlık bir ortamda zafer müjdeleri
parlamaya başlar. Allah (c.c) böyle tevekkülün, tâğut ve zorbaların
zulmüne karşı savaşan peygamberler ve onların taraftarları olan
kişilerin uzun zaman devam eden mücâdele ruhu olduğunu beyân
buyurmuştur.
“Hem bizim Allah’a tevekkül etmememiz için hangi özür olabilir
ki? O bize yollarımızı dosdoğru gösermiş hidâyet vermiştir. Elbette
bize yaptığınız eziyetlere sabredeceğiz. O halde tevekkül edenler
yalnız Allah’a tevekkül etmekte sebat etsinler.”(257)
Fâcir hükümdar ve yandaşları, mu minlerin hazırda sebat
göstererek istikbâli hayırla bekleyip, el’an olan za’fiyetlerinin de
gelecekte galebe çalacak kuvvete dönüşeceğindeki kesin huzurlarını”
Aldanmaca” olarak niteliyorlardı. “O zaman münafıklarla kalplerinde
maraz bulunanlar şöyle diyordu: “Bunları (Müslümanları) dinleri
aldattı: “Halbuki kim Allah’a dayanıp güvenirse hiç şüphesiz Allah
mutlaka galiptir. Tam hüküm ve hikmet sahibidir.”(258) Gerçek bir
tevekkül; büyük bir cehd ve samimi bir iradeye denktir.Tevekkül bu
manasını, islâm’ın tatbikattan düşüp mensuplarının arasında bir
oyuncak ve âdet haline geldiği asırlarda kaybetmiştir.
Mü’mini güçlendiren hususlardan biri de, hayatın arsız ve
hayasız durumlarından uzak kalması, temiz ve dürüst meslekleri
edinmesidir. İçi bozuk ve mürüvvetsiz biri canavarların postuna
bürünüp sultanlarla oturup kalksa bile yine de güçsüzdür. Allah
(c.c.), Hud (a.s.) kavmine gerçek kuvvet esbabına sarılma konusunda
nasihat etmişti: “Ey kavmim! Rabbinizden mağfiret dileyin, sonra
yine ona tevbe edin ki, üstünüze gökten bolbol (feyzini) göndersin.
Kuvvetinize daha fazla kuvvet katsın. Günahkârlar olarak yüz
çevirmeyin.(259) Allah’ın Resulü da insanlara ibadetlerinin manen
tezyin edip eda etme yollarını göstermiş ve onlara, hayra sarılıp
şeytanla mücadele ettikleri takdirde erişecekleri şerefli makamları
izah etmiştir. Bir konuşma esnasında ashabına şu misali verdi:
Allah (c.c.) yeri yarattığı zaman sallanıp durmaya başladı. Onu
dağlarla takviye edince sakinleşip istikrar buldu. Melekler dehşete
düşerek şöyle dediler: “Allah (c.c.)’imiz dağlardan daha güçlü bir
şey yarattın mı) Allah: “Evet, demiri” dedi. Melekler: Demirden de
kuvvetli birşey yarattın mı? Evet. Ateşi, suyu, Melekler: Sudan daha
kuvvetli bir şey yarattın mı? Evet bir mü’minin sağ eliyle verip sol
elinden gizlediği sadakayı’ dedi.”(260)
Acaip bir yaratık olan bu insan, bütün kâinatın efendisi
sayılır. Kainattaki en zor ve çetin şeyler arasında muvazeneyi
kurabilir, değerini bildiği takdirde de hepsinin durum tercihini
yapar. Ve efendileri olur. Kıymetini bilmediği takdirde, ise toz
zerrelerinden daha basit olup yer ve gökte bulunanların lanetine
müstehak olur.
Yukarıda geçen hadis iyi insanın kıymetini îlan edip hayra
sarıldığı andaki mevkiinin yüceliğini canlandırmaktaydı.
Mü’minin kuvvet unsurlarından birisi de dürüst, insanlara samimi
kalp ve ideal bir şekil ile yönelmesi, hak namına şahsiyetini küçük
düşürecek hareketlere girişmesidir. Aslında, o kuvvetim, yaşadığı ve
temsil ettiği inançtan almaktadır. Mü’min bu gerçeği ömür boyu
haykırır. Resulullah(s.a.v.)’ın oğlu ibrahim’in vefatı esnasında
güneş tutulunca, insanlar: “Güneş İbrahimin ölümü için tutulmuştur”
dediler. Bunun üzerine Resul-i Ekrem (s.a.v.) şu hutbeyi îrad
buyurdu: “Güneş ve ay hiç kimsenin ölüm ve hayatı için tutulmazlar.
Fakat ikisi de Allah’ın insanlara gösterdiği delillerden iki
tanesidir. Binaenaleyh bu durumu gördüğünüz zaman namaza durun”(261)
Gerçekçi bir insanın bâtıl inançlarla alakası yoktur. O, bu
hususlardan beridir. Onun öyle olması şerefinin çokluğuna işarettir.
Bu durumda onu yalan ve dolandan uzaklaştırır, hayatını faziletler
ve yücelikler üzerine ikâmet eder. İyiliği emr kötülüğü nehy etme
vecibesi böyle yüce bir şahsiyetten fışkırır. Böyle bir vecibe,
ihlasla hatalarını kabullenerek, onların izalesini de hayırla
onarmaya çalışanların omuzlarında ikâme edilir. Bilhassa, “İslâm ve
Siyasi İstibdat”(262) adlı eserimizde islâm’ın “iyiliği emr,
kötülüğü nehy” vecibesinden kast ettiği içtimaî ve siyasî hedefleri
îzah ettik. Burada bizim tekid ederek anlatmak istediğimiz mes’ele,
müslümanın gördüğü hataları düzeltmesi, cesaretle ve hiçbir
güçlükten korkmadan yakın akraba ve arkadaşlarından utanmadan ve
kınayanın kınamasından çekinmeden bu hataların izâlesine girişme
vecibesidir.
İslâm, âsi ve müstekbirlerin önünde cılız durması ve onlara
değer verici şekilde hitab etmeyi yasaklamıştır. Resul-i Ekrem
(s.a.v.) şöyle buyurur: “Bir kişi münafık birine “Efendim” dese
Rabbını gazablandırmış olur.”(263)
Birinin kalkıp mahfuz haklan çiğnemesi, sonra da kendisini tenkid
edenlere değil de kendini alkışlayanlara kulak asması büyük bir
cinayettir.
“Allah (c.c.), kimi zelil düşürürse onu aziz kılacak olmaz.
Muhakkak ki Allah (c.c.) dilediğini yapar.”(264)
İslâm’ın gıybeti haram kılması, müslümanın şahsiyetini korumak
ve onun kuvvetini muhafaza etmek içindir. Kin alevlerini yatıştırmak
için insanların bilinen veya bilinmeyen kusurların açığa çıkarmada
çaba göstermeye kalkışan birisi, şüphesiz ki düşük şahsiyetli
biridir. Halk namına içinden gelen bir sese kulak vermek gayesiyle
şu bu demeden istediği metodlarla ve gizli bir şekilde
söyleyebildiği halde insanların kusurlarını yüzlerine vuran da
şahsiyetli bir insan sayılmaz. Bunun manası, kötülüğünü istediğiniz
kişilere intikam gayesiyle kötülük yapmak değildir.
Birinin kusurunu gördüğümüz zaman bizim yapacağımız belli şeyler
var, şöyle ki:
a) Bu kusuru, bedeni veya rütbesinin düşüklüğünde olursa
böyle birini gizli veya açık bir şekilde ayıplamamız cehaletten
kaynaklanır.
b) Kusuru, içine düşüpte çıkamadığı bir günah ise, bunun bir
ayak sürçmesi olma ihtimali olabilir. Böyle birini azarlamamız ve
insanlar arasında teşhir etmemiz de düşük sayılır.
c) Bulduğumuz günah tiryakisi birinin açıktan ve utanmadan
yaptığı bir günah ise bize düşen hiç kaygı duymadan ve açık bir
şekilde ona hakkı îzah etmemizdir.
Hakkı söylediğimiz zaman ihlasa daha muvafık olması için
muhatabımızı rencide etmemeli ve ona eziyet etmemeli ve ona eziyet
etmek sevdasında olmamalıyız. Gayemiz, sâdece münkeri izâle, fert ve
cemiyeti ıslah olmalıdır. Günahkarı, düşmanlarına yaklaşmak,
imkânlarından istifade etmek, kendisini de bu hatalardan beri kılmak
gayesiyle, adı geçen düşmanının yanında anmak İslami bir tebliğin
şanından değildir. Resul-i Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurur.
“Kim haksız yere bir müslümanın bir lokmasını yerse Allah
(c.c.)’da ona aynısını cehennemden yedirir. Kim haksız yere bir
müslümanın elbisesini giyerse Allah (c.c.) ona cehennemden aynısını
giydirir. Kim de bir Müslüman’a riya ve gösteriş taslarsa Allah
(c.c.)’da kıyamet gününde onu riyakâr ve gösterişçilerin makamında
haşredecektir”(265)
Gıybet, düşük şahsiyetli kişilerin şanıdır. “Gıybet hedefsiz
kişilerin sanatıdır. ”
İslâm arslanların artığıyla beslenen tilkiler gibi başkasının
iyiliklerine konmak ve yükselmek isteyen kuyrukçu insanlardan
hoşlanmaz. Müslümana şahsiyetini başkasına bağlayarak hareket etmesi
yakışmaz. Bilakis müslüman, şahsiyet düşürücü hareketlerden
uzaklaşıp izzet ve şerefi talep etmelidir. Resulullah (s.a.v) cennet
ve ehlini, cehennem ve onun da ehlini tanıtırken kuvvet
hasletlerini, izzet ve şerefi cennetliklerin özelliğinden, acz
hasletlerini, hıyanet ve başkalarıyla oynamayı da cehennemliklerin
özelliklerinden sayarak şöyle buyurmuştur: “Cennet ehli” 3 sınıftır:
1) Başarılı, âdil ve mert olan idereciler.
2) Akrabalarına merhametli ve yufka kalpli müslümanlar.
3) Muttaki, iffetli ve hayalı âile sahipleri. Cehennem
halkıda şunlardır:
1) Tüm arzularını (küçük olsa dahi)hiyanetle yerine
getirmeye çalışanlar.
2) Gece-Gündüz mal ve malın hususunda seni aldatmaya
çalışanlar.
3) Cimri, yalancı, ahlâksız, söven hayasız olanlardır.
“Allah (c.c) kimsenin kimseye kibir taslamayıp, hiçbirinin diğerine
zulüm yapmaması için bana mütevazı olmanızı vahyetmiştir.” (266)
Öte yandan müslümanların karşılaştığı ve içine düştükleri
hepsini küçük düşürücü diğer bazı hususlar daha vardır. Şahsiyet
düşüklüğü ve içtimai zillet insanı sırt üstü düşürür, düşüncesine
menfi açıdan tesir eder onu faydasız ve uğursuz biri kılar.
Müslümana düşen bu kötü durum ve tuzaktan kurtulmak için tüm
gayretini sarfetmelidir. Resul’ü Ekrem böyle acı musibetlerden
Rabbına sığınırdı: “Allahım keder ve hüzünden, tembellik, ve
acizlikten , korkaklık ve cimrilikten, borç altına girmekten ve
insanların kahrına uğramaktan sana sığınırım.” (267)
Sabır ile umut, hazır ve istikbâlde mü’minin azığıdır. Mü’min
onların gölgesinde ağır musibetlere karşı durur. Perişan olmaz.
Bilakis o îmanı sayesinde her taraftan gelecek fitne ve hadiselere
karşı şerefle kendisini korur. Ve Allah (c.c)’tan başkasına
yalvarmaz.

Merhamet
Merhamet, insanın fıtratında öyle yüce bir haslettir ki onunla
başkalarının elemi ile duygulanılır. İzalesine koşar. Yaptıkları
hatalardan üzülür. Bu hataların dönüşmesini taleb eder. Bu özellik
insandaki faziletleri alıp onu hayvan seviyesine indirebildiği gibi,
insandaki sevgi ve muhabbetin fışkırmasına da en canlı sebep de yine
odur. Aslında hayvanlarda da onları yavrularına karşı demlendirip
duygulandıran iç güdüleri mevcuttur. Onun içindir ki kalabalık
(merhametsizlik) insan fıtratını hayvanlar, hatta şuursuz cansızlar
seviyesine düşürür. Rahmet en geniş ve mutlak manâsıyla Allah’ın
(c.c.) bir sıfatıdır. O’nun rahmeti bütün kainatı ihata etmiştir.
Herşeyi kuşatan ilminin şuaları ile beraber mutlak olarak rahmetinin
şuaraları da mevcuttur. Onun içindir ki meleklerin Allah’a (c.c.)
karşı yaptıkları dualardan bir kısmı şu ayette toplanmıştır.
“Ey Rabbimiz! Senin rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır.
Bunun için tevbe edenleri ve senin yoluna koyulanları bağışla.
Onları cehennem azabından koru.”(535)
Hz. Ömer b. Hattab’dan rivayet edilmiştir: Resulullah’ın
(s.a.v.) huzurlarına bir takım esirler gelmişti. Bunların içinde
emzikli bir kadın vardı. O, göğsüne biriken sütü sağıyor, çocuklara
veriyor ve emziriyordu. Bu kadın esirler arasında çocuğunu hemen
sinesine bastı. Ve derin bir şefkatle çocuğunu emzirmeye başladı. Bu
yüksek şefkat levhasını görünce Resuli Ekrem (s.a.v.): Bize, şu
kadın çocuğunu ateşe atar mı? dedi. Biz de hayır. Vallahi atmamağa
muktedir oldukça atmaz dedik. Resuli Ekrem (s.a.v.): İşte Allah
(c.c.) kullarına bu kadının çocuğuna şefkatından daha
merhametlidir”(536) buyurdu. Allah’ın Esma-i Hüsna’sının çoğu
rahmet, kerem, fâdıl ve af inanlarından fışkırır. Hadis-i Kudsi de
şöyle buyurmuş:
“Rahmetim gazabımı geçmiştir.”(537)
Yani Allah’ın insanların hatalarını affetmesi onları
cezalandırıp gazaba gelmesinden daha çoktur. Böylelikle Allah (c.c.)
merhamet edicilerin en büyüğüdür.
“Ey Resulüm! De ki; Rabbim ümmetimi bağışla onlara merhamet
buyur. Sen merhamet edenlerin en hayırhsısın”.
Yeryüzünde görmüş olduğun sevgi, güleryüzllük, acıma ve iyiliğin
tamamı Allah’ın (c.c.) rahmetinden bir cüz olup onu yaratıkların
kalbine atmıştır. İnsanların en yufka kalplisi bu rahmetten fazla
pay sahibi ve zayıfların hayatından en fazla duygulananlardır. Katı
yürekli insafsız hayırsız müstekbirlere gelince onlar cehennemin en
alt tabakasında olacaklardır. Hadiste şöyle buyurulmuş:
“İnsanların merhametçe Allah’tan (c.c.) en uzak olanı katı
yürekli olanıdır”(538).
Allah’ın Resulü (s.a.v.) katı yüreklilik ve merhametsizliği
şekavetten sayarlardı. Allah (c.c.) kainatın yara ve dertlerine
melhem sürecek, hataları için üzülecek onları doğruya ulaştırmak
için ölümü göze alacak zayıfın elinden tutacak annenin çocuğu için
yaptığı mücadele gibi onu uğrunda mücadele edecek ki zorbayı sağlam
fıtratte biri kılıp azıp taşmasını engelleyinceye kadar otoritesini
frenleyecek birini insanlığa hediye etmeyi murad etmiş ve Muhammedi
(s.a.v.) göndermiştir. Onu insanların en merhametlisi en şefkatlisi
en geniş göğüslüsü kılmak için kalbine hilm ve hilmi ahlâkına iyilik
ve ünsiyeti yaratılışına kolaylık ve acımayı elinde cömertlik ve
keremi yerleştirmiştir.
“Sen Allah’tan gelen bir merhamet sayesindedir ki onlara
(Ashâba)yumuşak davrandın eğer kaba katı yürekli olsaydın muhakkak
onlar etrafından dağılıp gitmişlerdi”(539)
Bu yüce faziletler en zor durumlarda bile ondan ayrılmadı.
Uhud’da müşrikler onu yok etmeye hazırlanıp bir çukura düşürmek
istedikleri bir anda ashabına bakınca onları kanlarına bulaşmış ve
yere yığılmış bir vaziyette gördü. Ashâb da bu anda ona nazar edince
onu mübarek yanaklarının yarıldığı dişlerinin düştüğü bir vaziyette
gördüler. İşte tam bu sırada: “Müşriklere bedduada bulun” denilince
merhamet ona galip gelip mübarek şahsiyetini düşmanına özür bulmaya
çalışıyordu. Evet bu durumdaki duası şuydu:
“Allah’ım Kavmime hidayet et, çünkü onlar Hak’tan gafildirler”.
Yüce kalpleri hiçbir zaman katılık dalgaları sarmaz. Onlar her
zaman için musafaha ve hilm’e, kalabalık ve kinden daha çok
müsaittirler. İnsanın ahlakındaki kabalık belirtileri noksanlık için
büyük delil ve milletlerin tarihinden de tehlikeli fitneler için
işarettirler. İslâm’ın kabalıktan sakındırması ve onu fasıklık
alameti ile doğru yoldan sapma sırrı kabul etmesine şaşmamak gerek.
“İman edenler vakit gelmedi mi ki kalbleri Allah’ın zikrine ve
inen Kur’an’a saygı ile yumuşasın. Bundan önce kendilerine kitap
verilmiş, üzerlerinden uzun zaman geçip de kalbleri katılaşmış çoğu
fişka dalmış bulunanlar gibi olmasınlar.”(540)
İslâm genel manada merhamet tavsiye ederek onu kâmil bir imanın
belirtisi olarak kabul etmiştir. Müslaman kalbinde tüm insanlar için
merhamet iyilik taşır insanlara kuvveti nisbetinde kolaylık arar.
Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuş: “Merhametli davranmadıkça îman
etmiş sayılmazsınız”. Ashab: “Ey Allah’ın Resulü! Hepimiz merhametli
sayılırız.” O, sizden birinizin arkadaşına merhametli davranması
demek değildir. Esas merhamet umuma merhametle davranmaktır”
(Taberâni). Evet insan arkadaşları ile karşılaştığı zaman onlara
merhametini gösterebilir. Çocuklarını gördüğünde onlara acıyabilir.
İşte bu durumu herkeste görmek mümkündür. Mü’min için esas olarak
gerekli merhamet alanının daha geniş olması lâzım. O güler
yüzlülüğünü muhabbet merhametini karşılaştığı herkese göstermeli. Bu
biçim bir merhameti teşvik eden hadisler çoktur. Şöyle ki:
“insanlara merhamet etmeyene Allah da merhamet etmez”.
Buhari bir başka rivayetde demiştir ki:
“İnsanların hatalarını affetmeyenleri Allah (c.c.) affetmez”.
“Yerdekilere merhamet etmeyenlere gökteki de merhamet
etmez.”(541)
“Zillete düşmeden tevazuda bulunanlara dilenmeden nefislerini
küçük görenler mâsiyetsiz olarak Allah yolunda infakta bulunanlara
düşük ve yoksul insanlara merhamet edenlere himmet, fıkıh erbabı ile
oturup kalkanlara ne mutlu.” (542)
Fakru zaifsiz olarak tevazudan kasdımız mü’minler için alçak
gönüllülük ile yumuşak davranmaktır. Allah (c.c.) islâm cemiyetini
karşlıklı sevgi bağlan ile vasıflandırıp şöyle buyurmuştur:
“Onlar mü’minlere karşı yumuşak gönüllü, kafirlere karşı onurlu
ve başlan yukarıdadır. “(543)
“Onlar kafirlere karşı çok şiddetli, kendi aralarında gayet
merhametlidirler.”(544)
SORU: Merhameti işleyen ve tavsiye eden bir konu içerisinde
âyetlerde geçen bu şiddetin mânâsı ne olabilir.
CEVAP: İslâm genel manada hiçbirini istisna etmeden insan ve
hayvan için merhameti tavsiye etmektedir. İşte merhameti işleyen
naslar bu hususu te’yid etmektedir. Bunun yanında insanlar ve
hayvanlar arasında başkalarına korku, dehşet ve zarar vesilesi
olmaktan başka işe yaramayan diğer çeşitler de var. İşte böylelerin
kötülüklerini men ve zararlarını defetmek, bütün insanlığın
maslahatı umumiye’sindendir. İşte böyle bir şekilde şiddette
bulunmak aslında yine merhamet etmek ve kusurları düzeltmekle olur.
islam bütün insanlık için, acuna, sulh ve hayır dinidir. Allah
(c.c.) Resulü hakkında şöyle buyurur: “Seni ancak âlemlere rahmet
olarak gönderdik.”(545) Bunun yanında Kur’an’ı Kerim’deki tüm
sureler: “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla başlarım” ayetiyle
başlar? Fakat insanlık kurtlan böyle ilahî bir rahmete itiraz
ederler. Böyle bir rahmetin önüne kocaman kayaları koyarlar ki
insanlık böyle ilahî rahmetten mahrum kalsın, dehşet ve cehalet
çukuruna yuvarlanmış olsun.
İşte böyle engellere mani olup sahiplerini tehdit etmek gerekir.
Onların engel ve hücumları kesildiği gün ilahî rahmet onlan yine
kaplar. Böyle geç gelen ilahî bir rahmette kusur aranmaz. Esas kusur
kendini böyle bir rahmetten mahrum bırakanlardadır…. ilahi
rahmetin her şeyi ihata ettiğini bilirsin. Fakat bununla beraber
müşrik ve inkarcılar bundan mahrumdurlar.
“Rahmetim dünyaya herşeyi kuşatmıştır. Fakat onu ahirette
küfürden sakınanlara, zekatı verenlere ve âyetlerimize îman etmiş
olanlara has kılacağız. Onlar ki yanlarında bulunan Tevrat ve
İncil’de ismini yazılı buldukları Ümmi Peygamber o Resule tâbi
olurlar.” (546) Bir misal:
“Bu salona bin kişi girebilir” dediğin zaman sadece yanında
bilet ve kimliğini taşıyanlara izin verilecektir. Kimliksiz ve
biletsiz olanlar dışarda kalıp içeri alınmayacaklardır. İşte bu
durum salonun genişliğine halel getirmez. Resulullah’ın (s.a.v.) şu
hadisleri de bu kabildendir:
“Yüz çevirenler müstesna tüm ümmetim cennete girecektir”. Ashap:
Yüz çevirenler kim ki? “Bana itaat eden cennete girer, İsyan eden
deyüz çevirmiş olur “(547)
Bazen gerçek merhamet kalabalık şeklinde görünür… Fakat
aslında bu böyle değildir. Mesela: Çocuklar okula zor ile
gönderilir, derslerini de tehdit ile yaparlar. Fakat bunlar
istekleri ile başbaşa bırakılsalardı oyun ve heva onları mahfeder,
hiçbir şey öğrenmeden yaşlanıp giderlerdi. Nitekim bu konuda şâir
şöyle demiş:
“O, insanları kötülükten men etmek için kaba davranırdı.
Merhamet sahipleri bile bazen merhamette bulundukları kişilere sert
davransınlar”.
Doktor hastanın vücudunda yara, kanları akınca neşteri ile eti
yarar. Bazen de kemikleri kınp organları birbirinden ayırır.
Esasında tüm bunları faydası için yapmaktadır. Merhamet akılsızca
yumuşak davranmak veya adalet ve kanunların tanımadığı şefkat
değildir. Hayır… Merhamet, tüm haklara riayet etmeyi gerektiren
bir acıma duygusudur. İpte asılı, gözleri açık, cismi havada olan
birinin manzarası aslında insanı duygulandırabilir. Fakat bu duyguya
kulak verip suçlu salıverilirse yeryüzü anarşiye boğulup kalır. İşte
esas merhamet bu duyguya kulak asmayıp adaleti gerçekleştirmektir.
“Ey akıl sahipleri! Sîzin için kısasta hayat vardır. Umulur ki
ibret alasınız.”(548)
İslam’ın kerih gördüğü kabalık, hiçbir akıl ve adalete sığmayan
nefsi bir kasavettir. O kötülük ve zarardan fışkınp kör heva ve
menfaatten kaynaklanan hayvanî bir arzudur. Merhamet ise, insanların
tabiatından ve onları iyiliğe sevkeden ilahi güzelliklerden bir
eserdir. O, dehşetli musibetler esnasında insanın gönlüne nefis
rüzgarları estirip hayatı şenlendirir. Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurur:
“Allah (c.c.) rahmeti yüz parça olarak yarattı, yeryüzüne sadece
bunların bir tanesini indirdi. İşte bu cüz ile yaratıklar birbirine
merhamet eder. Öyle ki, yavrusuna bir zarar dokunmasın diye bir
hayvan, bununla ayağını kaldırır, yavrusunu korur.”(549)
Bir başka rivayet de şöyledir:
“Allah (c.c.) yeri, göğü yarattığı günden yüz cüz rahmet
yarattı. Her cüz yer ile göğü dolduracak şekildedir. Yeryüzüne
bunlardan birini yerleştirdi. İşte bununla anne yavrusuna, vahşi ve
uçan hayvanlar bile birbirlerine acır. “(550)
Aklın çeşitli vesilelerle artması gibi birçok vesile ile
merhamet te artar, fakat merhamet duygulan büzülüp solmaya
terkedlirse böyle bir merhametin sahibi cehenneme odun olur. Ebu
Hureyre (r.a.v) rivayet ediyor:
“Ben hücrenin sahibi sadıkı masduk olan Kasım’ın babasını şöyle
derken işittim:
“Merhamet, ancak günahkâr olandan alınır. “(551)
islâm çokça merhamet edilip korunması gereken birçok kimseyi
tavsiye etmiştir. Akrabalar bu cümledendir. Sıla-i rahim merhametten
gelir. Onun için insanlar sıla-i rahim konusunda merhametsiz
bulunmamalıdır. Allah (c.c.)’in Resulü (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Merhametli kişilere Allah ta merhamet eder. Yerdekilere
merhamet ediniz ki, gökte olan da size rahmet etsin. Sıla-i Rahim
Allah’ın “Rahman” isminden gelmiş bir bağıdır. Kim bunu devam
ettirirse Allah (c.c.) ona rahmetini devam ettirir. Kim de bu bağı
koparırsa Allah (c.c.) rahmetini keser”(552).
Müslüman akrabalarının hakkını ifa etmeli aralarındaki kan
bağlarını takviye etmelidir. İnsanın iyiliğine en çok hakkı olanlar
en önde ve en yakını olanlardır. Bunlar da şüphesiz ki insanın anne
ve babalandır. Bu hususta Allah (c.c.) şöyle buyurmuştur:
“Onlara acıyarak tevazu kanadını indir. Ve: ‘Ya Rab! Onlar beni
çocukken nasıl terbiye ettilerse sen de kendilerini öylece esirge
de.”(553)
Anne ve babadan sonra insanın çocukları gelir. Berra (r.a.)
anlatıyor: “Ayşe’nin babası, onu (r.a.) sıtma hastalığına
yakalandığı bir sırada ziyaret eder ve: “Sevgili kızım nasılsın?”
deyip yanağından öptü”.
Bayağı insanların duygularının şefkatsiz ve duygusuz olduğu
müşahade edilen bir husustur. Onların ahlak ve konuşmalarında nefret
ettirici bir kalabalık vardır. Ebu Hureyre (r.a.)’dan rivayet
edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v.) yanında Akra b. Habis olduğu halde Hasan ve
Hüseyin’i öptü. Akra: Benim on çocuğum olduğu halde hiç birini
öpmedim. Resulullah (s.a.v.) bu ifadesi üzerine ona bakıp şöyle
buyurdu:
“Merhamet etmeyen merhamet görmez”.
Bir başka rivayet de şöyledir:
“Allah senin kalbinden merhameti çekmişse ben ne
yapabilirim.”(554)
Enes (r.a.) anlatıyor: “Biz Resulullah (s.a.v.) ile beraber oğlu
İbrahim’in süt babası Ebi Seyf-el Keyn’in yanına gittik. Resulullah
çocuğu ibrahim’i (a.s.) öpüp kucakladı. Bundan bir müddet sonra aynı
şahsın yanına girdik. Bu defasında ibrahim ölüm sancıları içinde
kıvranıyordu. Resulullah (s.a.v.) göz yaşlarını tutamadı. İbn Avf:
Sende mi göz yaşı dökersin? Ey Allah’ın Resulü, dedi. Ağlamayı
Resulullah’tan (s.a.v.) beklemiyordu. Resulullah (s.a.v.): Ey İbn
Avf bunlar merhamet eserleridir (gözyaşları devam ederken şunları da
söyledi:) “Göz yaşarır, kalb üzülür. Buna rağmen, biz Rabbimizin
razı olacağından başkasını söyleyemeyiz. Ey ibrahim gerçekten biz
senin firakından dolayı mahzunuz.”(555)
Müslüman için kalbini ve evini akrabalarına karşı örtmesi,
onlardan ayrı yaşaması, dertlerine üzülmemesi, yardımlarına
koşmaması caiz olmaz. Böyle bir ayrılık insanı Allah’ın (c.c.)
rahmetinden mahrum bırakıp gazabına müstehak kılar. Ebu Hureyre
(r.a.) Resulullah (s.a.v.)’ den şu hadisi duyduğunu nakleder.
“Sıla-i Rahim Allah’ın (c.c.) Rahman isminden alınmış bir bağdır
ki o şöyle duada bulunur: “Allah’ım! beni kestiler,Allah’ım bana
kötülüklerde bulundular, Allah’ım zulmettiler… Allah’ım…
Allah’ım…” Allah (c.c.) ona şöyle cevap verir: “Sen seni keseni
rahmetimden kesmeyi, vasledeni de rahmetime kavuşturmamı
istemiyormusun?”(556)
Merhamet görmesi gereken sınıflardan biri de yetimlerdir. Onlara
ihsan ve iyilikte bulunmak maişetlerini karşılamak ve geleceklerini
garanti altına almak en büyük ibadetlerden sayılır. Hatta
merhametsiz duygular bu sayede düzelip doğru yola koyulur. Ebu
Hureyre (r.a.) anlatıyor:
“Bir adam Resulullah’a (s.a.v.) kalbinin katılığından şikayet
etti. Resulullah (s.a.v.): “Yetimin başını okşa miskine de yedir
buyurdu.”(557)
Başka bir rivayette şöyledir:
“Bir adam kalbinin katılığından şikayet etmek üzere Resulullah’a
(s.a.v.) geldi. Resulullah (s.a.v.) ona “Sen kalbinin yumuşamasını
ve ihtiyaçlarının yerine getirilmesini istiyor musun? Öyle ise
yetime merhamet et. başını okşa, ona yiyeceğinden yedir ki kalbin
yumuşasın. ihtiyaçların da karşılanmış olsun… “(558)
Bunun sebebi şudur. İçinde daima gafletin hüküm sürüp, zevk ve
bolluk içinde yüzen cemiyetlerde kalbler katılaşır ve gaflete düşer.
Böyle yerlerde nimetler içinde boğulan sınıf, kalblerini
lezzetler kapladığı basiretleri köreldiği için halkın dertlerini
görmezlikten gelir. Bunlar muhtacın ihtiyacını görmez, elalemin
derdini bilmez. Ve mahzunun da üzüntüsünün farkına varmazlar.
İnsanlar hayatın çeşitli durumlarına girip yokluk ve bolluğun
denemeleri halinde… Evet bu durumda onları yetimle yalnızlığı,
çocuğunu kaybeden anne ile acıyı fakir ve yoksul ile yokluğun
acılığını hissederler… Merhametin gösterilmesi gereken yerlerden
biri de hastalar ve musibetzedelerdir. Musibetlere duçar olmuş insan
zayıf düştükleri için hayatın akışı ile yürüyemiyor, onun içindeki
yerlerini alamıyorlar. Allah (c.c.) böyle olanları mazur görmüş onun
için Allah’ın kendilerini mazur gördüğü yerlerde bizlerin müdahale
etmesi uygun olmaz.
“Savaşa çıkmamak hususunda a’ma’ya günah yok. Aksağa günah yok,
hastaya günah yok, Allah’a ve Resulüne itaat ederse, Allah onu
altından ırmaklar akan cennetlere koyacak. Kim de yüz çevirirse onu
acıklı bir azap ile azaplandırır.”(559)
Hasta illetin kendisini bağladığı hastalık harareti ve ilaç
acısının ruhunu bulandırdığı şahıstır. O bu acılarına sabretmekle
Allah’ın (c.c.) rahmetine müstehaktır. Bir diken bile müminin
günahlarına keffaret oluyorsa dert ve zorluklar içinde yüzen müminin
durumu nasıl olacaktır? Böyle bir mü’min Allah’ın (c.c.) rahmet
murakabesi altındadır. Onun için hastalara zarar vermeme ve
rahatlarını bozmama hususunda çok titiz davranmalıyız. Şüphesiz ki
onlara katı davranmak çirkin bir cürümdür. Merhametin gerekli olduğu
yerlerden biri de hizmetçilere güzel davranmamız, onlara
yüklediğimiz hususlarda yumuşaklık göstermemiz hatalarını affetmemiz
onlarla olan ilişkilerde şiddete baş vurmamamız, onları çalıştırma
hususunda uygunsuz davranmamamızdır. Çünkü Allah (c.c.) birine bir
şey verdiğinde o da onu kötüye kullanıp kullar hakkında zulmederse
Allah (c.c.) verdiğini geri alıp ona kötü yeri hazırlar. Ebu Mes’ud
el-Bedri anlatıyor:
Bir kölemi kırbaçlıyor iken gerilerden şöyle bir ses duydum: “Ey
Eba Mes’ud” fakat hiddetimden sesi tam duyamıyordum. Bana yaklaşınca
Resulullah’ın (s.a.v.) bana şöyle dediğini iyice anladım: “Ey Eba
Mes’ud bil ki Allah (c.c.) bu genç hususunda senden daha güçlüdür”.
Öyle ise Allah (c.c.) rızası için hür olsun, dedim. Resulullah
(s.a.v.): “Sen bunu yapmasaydın ateş seni kaplayacaktı.”(560)
Bir başka hadiste şöyle buyurur:
“Güzel ahlak yücelik, kötü ahlak ta uğursuzluktur.”(561)
Bir adam Resulullah’a (s.a.v.) gelerek bir hizmetçiyi kaç defa
affedeyim dedi. Resulullah (s.a.v.) “Her gün yetmiş defa” buyurdu.
Hizmetçilerin za’fından cesaret alarak onlara çeşitli cezalar
vermekten çekinmeyen nice erkek ve kadınlar vardır. İslâm böyle
bir hareketten insanları korkutarak çeşitli cezalar va’d etmiştir.
Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Kim haksız yere bir kırbaç vurdu ise kıyamet gününde kısas
muamelesine çarpılacaktır”.
Bezzâr: “Merhametin gerekli olduğu yerlerden biri de hayvanlara
acımaktır”.
Hz. Ömer (r.a.) bir koyunu ayağından çekmek suretiyle kesime
götüren birini görünce şöyle dedi: “Yazıklar olsun sana! Hayvanı
güzel bir şekilde ölüme götür”.
Bir adam Resuli Ekrem’e (s.a.v.): “Ben hayvanları keserken bile
onlara acıyorum” dedi. Resulullah (s.a.v.): “Sen onlara acıdığında
Allah da (c.c.) sana merhamet eder” buyurdu. (562)
islâm’ın hayvanlar hakkında gaddar davranıp onların elemleri ile
istihza edenler hakkındaki cezası çetindir. İslam insanın bunca
değerine rağmen dilsiz bir hayvana yapacağı kötülükten cehenneme
girebileceğini ilan etmiştir. Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurur:
“Bir kediyi hapsetmek suretiyle yemekten engelleyip yerdeki
haşeratı da yemesine engel olan bir kadın cehennemlik oldu.”(563)
Aynı zamanda bazen bir köpeğe karşı bile kalbi ihata eden bir
merhametten dolayı büyük günahlar af olunabilir. Resulullah (s.a.v.)
şöyle buyurdu:
“Bir adam yolda yürürken müthiş bir şekilde susadı. Bir kuyu
görüp içine iner ve içtikten sonra da çıkar, derken tam bu sırada
susuzluktan toprağı yeyip dilini sarkıtan bir köpeği gördü. Adam
kendi kendine: “Susuzluktan benim başıma gelenler bu hayvanın da
başına gelmiştir” deyip tekrar kuyuya indi. Ve ayakkabısına su
doldurarak ağzı ile tutup çıkınca ona içirdi. Allah (c.c.) bu
hareketini makbul görerek onu affetmiştir”.
Ashab: Ey Allah’ın Resulü! Hayvanlara karşı tereceğimiz
merhametten de bizlere sevap var mıdır?
“Evet her can taşıyan için sizlere ecir vardır” buyurdu.
Bir diğer rivayette de şöyle denilmiştir:
“Fahişe bir kadın sıcak bir günde bir kuyunun etrafında gidip
gelen ve susuzluktan dilini çıkaran bir köpek gördü. Ona ayakkabısı
ile su çekti. Allah (c.c.) onun hatalarını hareketinden dolayı
affeti.(564)
Bir köpeğe yapılan merhamet bir fahişenin affedilmesine sebep
oluyorsa, insanlara merhamet etmek nice acayip işler yapar…

Sabır
“Sabır, aydınhktır.”(326)
Musibetler yığılıp çıkmaza girdiği, zorluklar birbirini takip
ettiği uzun müddet devam ettiği zaman ve durumlarda, müslümana
nurunu yayıp, onu şaşkınhk ve umutsuzluktan koruyacak tek hidayet ve
kurtuluş yolu, SABIR’dır.
Sabır, bir müslümanın dünya ve ahiretinde muhtaç olduğu bir
fazilettir. Müslüman, amel ve arzularını sabır fazileti esasına göre
ayarlamak mecburiyetindedir. Aksi takdirde şaşkına dönüşecektir.
Müslümanın geç olsa bile sıkılmadan neticeleri beklemesi, akıllıca
ve sağlam bir kalb ile zorluklara göğüs germesi vâcibtir. Müslüman
sebat ve güven sahibi olmalı… Ufukta görülen bulutlardan (çok
olsalar bile) korkmamalıdır… Çünkü aydınlık ufukların zuhur etmesi
muhakkaktır. Böyle bir anı sükun ve inançla beklemek hikmet
icabıdır. Allah (c.c.) insanların gelecek musibetlere hazırlık
yapmaları, facialara mağlub ve zelil olmamaları için mutlak olarak
imtihan edileceklerini beyan etmiştir.
“And olsun ki, savaşla sizi imtihana sokacağız… Ta ki
içinizden sabır gösterenleri meydana çıkaralım ve haberlerinizi
imtihan meydanlarına örnek yapalım.” (327) Şairin şu sözü de bu
meyandadır: “Karanlık geceler basmadan durumu öğrendik. Karanlık
bizleri basınca da bildiklerimizden başka birşey olmadı…”
Şüphesiz ki hâdiseleri basiret ve tam bir hazırlık içinde
karşılamak insana daha layık ve işlerin sağlam olmasına daha
yakındır. Allah (c.c.) şöyle buyurur: “Eğer katlanır, sakınırsanız,
işte bu hadiselere karşı (gösterilmiş) bir azmü metanettir”(328).
Sabır İki Önemli Hakikate Dayanır:
BÎRİNCÎ HAKİKAT: Dünya hayatının tabiatına taalluk eder. Allah
(c.c.) dünyayı mükafat ve istikrar sahası kılmamıştır. Bilakis onu
imtihan, deneme ve insanın bir imtihandan çıkış diğerine girmek
suretiyle ardı kesilmeyen tecrübeleri elde ettiği bir dönem
kılmıştır. Böyle durumlar birbirinden değişiktir. Yani, insan bazen,
demirin önce ateşte eritilip sonra da suyun içine atıldığı gibi,
biri diğerine ters iki durumla imtihana tabi tutulabilir.
Süleyman (a.s.) dünyanın çok büyük imkanlarına sahip olunca
durumuna vakıf olup şöyle demişti:
“Bu dedi Rabbimin fazl’u lütfundandır. Şükür mü edeceğim, yoksa
nankörlük mü edeceğim? Beni imtihan ettiği içindir bu. Kim
şükrederse kendi faidesinedir. Kim de nankörlük ederse, şüphe yok
ki, Rabbim müstağnidir. Hakkıyla kerem sahibidir.”(329)
Kederlerle mübtelâ olmanın bilinmeyen birçok sebebi vardır. Şunu
bilmemizde fayda vardır ki, insanların hayattaki durumları, savaşa
hazır bir ordunun durumuna benzer. Bu ordunun içinde bazı askerler
arkadaşlarını kurtarmak için ölüm dahil her şeyi göze almışlardır.
Bu da ancak komutanlığın uygun göreceği bir şekilde yapılacak bir
harekâtla mümkün olacaktır. İşte böyle bir harekâtta bir askerin
değişik düşünmesine ehemmiyet verilmez. Aynı zaman da böyle önemli
bir durum sadece bir ferdin durum ve takdiriyle de halledilmez.
Bunun gibi bazı durumlarda takdirî ilâhî bazı insanların ölümüne de
sebebiyet yerebilir. Böyle durumda kişiye yaraşan sabır ve
teslimiyetle bu zor imtihanı karşılamasıdır. Madem ki hayat
imtihandan ibarettir, öyleyse onu kazanmak için tüm imkan ve
cehdimizi seferber etmeliyiz.
Hayat imtihanı yazılı veya sözlü olarak verilecek tipte
değildir. Bu imtihan, elemler, nefsi kaplayan ve onu korku ve
zorluklarla başıbaş bırakan ızdıraplardan ibarettir. Bu elemler
dünyayı köpeklerin karnında kokuşturacak kadar çeşitli ve acayib
şeylerdir. Bunlar bazen eşleri aç ve çıplak olarak sırtüstü yatırır.
Bunlar, bazı insanların ulûhiyyette bulunmalarına sebep olacak,
başkalarının da gasbedilmiş haklarını savunmaya sevk edecek
dâvalardır. Hayat tarihi, başlangıçtan bugüne dek üzücü hadiselere
sahne olmaktadır.
İnsan, hayattaki hedefine ulaşmak istediğinde, yolunun diken ve
zorluklarla kaplı olacağını da unutmamalıdır.
İKİNCİ HAKİKAT: İman tabiatına taalluk eder. îman, kişi ile
Rabbı arasında bir bağdır. İnsanlar arasındaki samimiyet bağları
sadece bu samimiyeti ifade etmekte olmayıp zamanın geçmesi, bazı
hayat tecrübeleri ve hadiselerin de samimiyeti doğrulaması gerektiği
gibi imanın durumunu da doğrulayacak şahitler gerekir.
Sağlam iman ile zayıf imanın birbirinden ayrılması, kişinin
başından bu durumu birbirinden ayıracak imtihan tablolarının
geçmesiyle mümkündür. Allah (c.c.) şöyle buyurur:”O, insanlar
sandılar mı ki ‘iman ettik’ demeleriyle bırakılacaklar da imtihana
çekilmeyecekler? Doğrusu biz onlardan evvelkileri de denedik. Allah
sâdık olanları da muhakkak bilecek, yalancı olanları da…”
(el-Ankebut 3-4).
Şüphesiz ki Allah (c.c.) ilmi işlerin hem zahirini hem de
batınını ihata eder. Binaenaleyh bu imtihan, Allah(c.c.)’ın
evvelâhir her şeyi ihata eden ilmine herhangi bir yenilik
getirmeyecektir. Ancak insan Allah’ın indinde malum şeylerden
sorulmayacak, bilakis o sadece yaptıklarından hesabe çekilecektir.
Madem ki bazı günahkârlar yapmış oldukları suçlan inkara
kalkışacaklardır. Öyleyse bunların yaptıklarını vücud ve uzuvlarının
söyleyip şahitlik edecekleri bir imtihan gereklidir. Allah (c.c.)
şöyle buyurur:
“Hele müşriklerin hepsini kıyamet gününde toplayıp onlara “Hani
nerede Allah’a eş sayarak o takılmış olduğunuz ortaklarınız” deriz.
Sonra kurtuluş için özürleri olmayıp sadece şöyle diyeceklerdir:
“Rabbimiz olan Allah’a yemin ederiz ki biz müşriklerden değiliz.
“Bir de bak ki vicdanlarına karşı nasıl yalan uydururlar. Allah’a
ortak koştukları putları da kendileri de nasıl kayboldu?”( el-En’am:
22-24)
Bunların hesabı sadece Allah (c.c.)’ın bilmesiyle nasıl
görülebilir? Adil bir ceza, ancak onlar veya başkalarının yaptıkları
kötü ve bozuk durumlarını ispat edecek amellerle mümkündür.
İşte sabır bu iki hakikat üzerine bina edilir. Bu iki hakikattan
dolayı da din insanları sorumlu tutar. Ancak hakikatları
bilmemezlikten gelmek, meydana gelen zorluklar karşısında dehşete
düşmek, duçar olduğu ızdıraplara usanmak insanlık fıtratındandır.
Sabır gösteremediği hususlar insanları telaşa düşürüp yutulmayacak
şekilde tatsız bırakır. İnsanın başına zor bir durum gelip, çetin
bir olay veya musibetle karşı karşıya kaldığında, bütün genişliğine
rağmen, yeryüzü ona dar gelmeye, tüm zaman ona yetersiz görünmeye
başlar.
İnsan, bu halinden hemen kurtulmaya çalışır. Fakat böyle bir
durumdan zor kurtulabilir. Çünkü böyle bir çırpınış din ve
yaratılışa aykırı düşer. Müslümana yaraşan, nefsini uzun müddet
sabırla beklemeye alıştırmasıdır:
“İnsanda acelecilik yaratıldı. Yakında size azaba dair
alametlerimi göstereceğim. Şimdi siz acele etmeyin.”(330)
Bir hadiste şöyle denilmiş: “Kim sabır göstermeye çalışırsa
Allah (c.c.) ona sabır verir. Hiç kimseye sabırdan daha hayırlı bir
şey verilmemiştir.”(331)
Sabır, kemâl ve yücelik alâmeti ve nefsin etrafa hakim olma
hususlarını belirlediği için (çok sabreden manasına gelen) es-Sabûr
kelimesi Allah (c.c.)’ın esma-i hüsna’sından sayılmıştır. Allah
(c.c.) insanlar suç işleme hususunda acelede bulunsalar bile ceza
vermede acele göstermeyip mühlet gösterir. O (c.c.), kısa ömür,
çılgın arzu ve duygular yerine asırlar boyu ve geniş zaman
müddetince amellerin işlenmesini takdir etmiştir.
“Bir de senden acele edip azap istiyorlar? Elbette Allah (c.c.)
va’dindan caymaz. Bununla beraber Rabbının katında bir gün sizin
sayacaklarınızdan bir sene gibidir. (332)
Sabır, erkeklik ve yüce kahramanlık unsurlarındandır. Hayatın
ağır yüklerini cılız insanlar kaldıramaz, İnsanın ağır bir yükü
olunca onu kaldırmak için çocuk, hasta ve zayıfları çağırmayıp,
sağlam bilek ve geniş omuzlu insanları çağırması gibi, hayatın büyük
risaletini bir durumdan diğerine aktarmak da ancak yiğit ve sabırlı
kahramanlarla mümkün olabilecektir.
Bundan dolayıdır ki büyük liderlerin dünyada çektikleri musibet
ve belalar yaptıkları işlere sahip bulundukları kabiliyetlerle
orantılıdır.
Resulullah (s.a.v.)’a insanlardan en şiddetli belalara duçar
olanların kimler olduğu sorulunca şöyle buyurmuştur:
“Onlar Peygamberlerdir. Onlardan sonra en şerefli insanlar
gelir, insanlar, dinlerinin (kuvveti) nisbetinde musibetlere duçar
olurlar. Kimin dini güçlü olursa musibetleri de çoğalır. Kimin de
dini zayıf olursa musibetleri de o nisbette az olur. Mümin,
günahları hiç kalmayıncaya dek musibetlere duçar olur.”(333)
İnsanların, musîbet, gayret ve büyük kederlerdeki farklı
oluşları bu hususlara karşı dayanma güçlerinin farklı oluşlarından
kaynaklanmaktadır. Büyüklük ve becerinin nasıl olacağı hususunda
Amerikalı büyük bir komutan şöyle der: “Allah (c.c.)’tan senin
yükünü hafifletmesini isteme. Ancak senin sırtına güç vermesini
taleb et”.
Hafif yük, neticesizlik ve aldırmamazlık hususlarında çocuklar
da muvaffak olabilir. Fakat meşgaleli hayat vazife sorumluluğunun
meşakkatli hayat mücadelesi, gayret göstermenin acı hususları ise,
hayatta yapıcı ve çalışkan insanların işidir.
Evinde oturana sokağın tozu bulaşmaz. Firâr-î askere silah
ilişmez ve onu savaş korkutmaz. Fakat hayat mücadelesinde yer alıp
zorluklarına katlananlara ise bu mücadelenin sıkıntı, zehiri yaralı,
eziyet ve bıkkınlığı ulaşır. Bunun içindir ki islam, dünya
sıkıntılarına katlananları şerefli kılmış, yorulanları keder ve
üzüntülerini düşünecek biçimde okşamıştır:
“Mü’minin benzeri taze başaktır. Rüzgar bazen onu eğer bazen de
düzeltir. Sonuna kadar bu böyle devam eder. Kafirin benzeri de
köküyle yere dayanan selvi ağacıdır. Ona bir-şey isabet edip
zorladığı zaman defasında yerinden sökülür.” (334)
Hayatın kötü akışını değiştirmekle uğraşan mü’mini büyük
problemler beklemektedir. Hayattan kaçan aciz insana ne isabet
edebilir ki? Bunların sırrını Resulullah (s.a.v.)’ın şu hadisleri
çözer:
“Allah (c.c.) kimin hayrını dilerse başına musibetler
yağdırır.”(335)
“Allah (c.c.) bir kavmi sevdi mi belalara mübtelâ kılar. Kim
buna rıza gösterirse Allah (c.c.)’ın rızasına nail olur. Kim de rıza
göstermezse Allah (c.c.)’in rızasına nail olmaz.”(336) Dünya
zorluklarıyla güreşen bu zorluklardan uzak ve aciz olarak oturandan
derece bakımından daha yüksektir ki böyle biri ne bir problemden
korkar ne de bir problem ondan… Allah’ın (c.c.) gayret ve sabır
gösterenlere yazdığı sevap kendini ibadetlere veren kişilere yazdığı
sevaptan daha çoktur. “Rahatı yerinde olanlar kıyamet gününde
musibetzedelere verilecek ecri gördüklerinde vücutlarının makaslarla
parça parça edilmesini arzulayacaklardır.”(337)
İşin garip tarafı da şudur ki bazıları “Şerefli insanların
meziyetleridirler” gerekçesiyle İslam’ın elem, hastalık ve ağrıları
takdis ettiğini zannederler. Bu ise fahiş bir hatadır. Enes bin
Mâlik (r.a.) anlatıyor: “Resulullah (s.a.v.) iki oğlunun omuzlarına
asılarak yürüyen bir yaşlıyı görünce: “Buna ne oldu? buyurdu. ” O,
yürümeyi nezretti” dediklerinde Resulullah (s.a.v.) “Allah (c.c.) bu
(yanlışın) nefsine azab etmesine muhtaç değildir” buyurup bir
hayvana binmesini emretti.”(338) İbni Abbas’tan rivayet edilmiştir:
Ukbe’nin kız kardeşi yürüyerek hacca gitmeyi nezretmişti. Ukbe
(r.a.) Resulullah’a (s.a.v.) onun güç getiremiyeceğini bildirdi.
Resulullah: “Allah (c.c.) senin kız kardeşinin yürümesinden
müstağnidir. Binaenaleyh o bir hayvana binsin ve keffaret olarak da
bir deve versin buyurdu.” (339) Allah (c.c.) şöyle buyurmuş: “Eğer
siz Allah’ın (c.c.) nimetine şükreder ve iman ederseniz, Allah
(c.c.) size niye azab etsin?”(340)
İslâm musibetzedelerin dehşete düşmemelerini ve sağlam
akidelerini hoş karşılar. O, insanların basma gelen musibet ve
karşılaştıkları sıkıntılara kuvvet ve teslimiyetle aşılması gereken
bir imtihan gözüyle bakar. Bu imtihana gevşeklik ve kaderine küsme
gibi bir durumla bakmak lazım. Rivayet edildiğine göre Resulullah
(s.a.v.) hasta bir hanımı ziyaret ederken, onu hastalığa lanet
okuyup sıtmaya söver buldu. Onun bu halini beğenmeyip şöyle buyurdu:
“Sıtma körüğün demirin pasını temizlediği gibi Ademoğlunun
günahlarını temizler.”(341) Bunun manası hastalık mikroplarını
toplayıp sevdiklerimize hediye etmek midir? Evet maalesef bazı
maksatlı insanlar böyle anlamak isterler. Delilik de maharet ister
ya… insanın bazen savaşın başlarında sırtı yere gelebilir.
Zorluklar onu birçok sıkıntıyla karşı karşıya bırakabilir. Fakat
mü’min zor durumlara duçar olunca Allah’a (c.c.) olan imanında
sarsılmayıp ak yüzle kaldığı müddetçe Allah’ın rızasına daha fazla
yaklaşacaktır, insanın başına gelen musibetleri Allah’ın kendisini
unuttuğuna ve rahmetinden uzaklaştırdığına işaret sayması saçmadır.
Fakat maalesef Müslümanların gerileyiş ve çöküş asırlarında
böyle bir düşünce revaç görmüştü. Bundan önce hayatî güçlüklerin
yükselme ve gerileme durumlarında bile insanlığın tabiatıyla beraber
bulunduğunu söylemişti. Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurur: “Fazilet
sahibinin oğlu, fazilet sahibi, oğlu fazilet sahibi, İbrahim’in oğlu
İshak’ın oğlu, Yakub’un oğlu Yusuf”dur”.
Yusuf (a.s.) peygamberler kucağında terbiye görmüş, köklü bir
ağacın meyvesidir. Allah (c.c.) onu risaletine ehil gördü. Sen bu
şerefli insana bir bak. O, nasıl hayatının ilk devresini bir
sıkıntıdan diğerine duçar olmak suretiyle geçirmişti. O, çocuk iken
annesini kaybetti. Sonra kardeşleri ona çeşitli dolaplar döndürerek
babasının kucağından aldıktan sonra kendişinden habersiz bırakılması
için kuyuya attılar. Kervan onu köle olarak ve değersiz bir kap
dirheme satabilmek içinköleler pazarına götürdü. Onu oradan Mısır
hükümdarı satın aldı. Gider gitmez iftiracı kadının komplolarına
maruz kaldı. Bu kadar iffet ve namusuna rağmen kötülük peşinde
olmak-ile itham edildi. Bu iftiradan kurtulmasına rağmen birkaç gün
veya ay değil, evet, yıllarca zindanda kaldı. Yusuf (a.s.) yerinde
bir başkası musibetli geçmişine bakıp düşünseydi, yer ve gök ona dar
gelip huzursuz olurdu. Ancak Yûsuf-i Sıddık (a.s.) zindanın
duvarları arasında Allah’tan (c.c.) cahil ve habersiz olanlara
Allah’ı (c.c.) tanıtıyor ve islam’a davet ediyordu.
“Ey Benim zindan arkadaşlarım! Ayrı ayrı birçok ilahlar mı
hayırlıdır, yoksa herşeye hakim ve galip olan Allah mı? Sizin
Allah’tan başka taptıklarınız bir takım isimlerden ibaret putlardır
ki o isimleri siz ve atalarınız uydurmuşsunuzdur. Allah bunlara
hiçbir delil indirmemiştir. Hüküm ancak Allah’ın (c.c.)’dır. Ve o,
yalnız kendisine ibadet etmemizi emretmiştir, İşte doğru ve gerçek
din budur. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.”(342) Bu, başlarına
bir musibet geldiğinde dünyalarından olup fakat dinlerinden olmayan,
fazilet sahibi insanların şanıdır. Sen dünya metaını almak,
yoksulluğu yenmek için çırpınan bir şairin nefsini ne kadar
büyüttüğünü görürsün ki o, kaderleriyle iftihar ederek şöyle der:
“Bu zamanda insanların en iyileri (musibetlere) hedeftirler,
fetânet’ten en uzak olanları ise gam ve kederden beridirler”. Bizim,
peygamberler, sıddıklar, şehidler ve iyi insanlar hayatında,
gördüklerimiz ise yüksek rütbe ve derecelerin, ağır yük ve
zorlukları yenmeye bağlı olduğunu tenkidle tasdik ediyordu.
Resulullah’dan (s.a.v.) şu rivayet edilmiş. “Kul kendine yazılan
rütbeye erişmeyince Allah (c.c.) onu malı, bedeni ve çocukları
alanında musibetlere duçar kılar. O da buna sabrederse Allah da
(c.c.) ona yazdığı rütbeyi verir.”(343)
Bu, musibetlerin çokluğunun kişinin hayır ve yüceliğine delalet
ettiğini gösterir. Çoğu kere musibetler, mü’minlere nefislerinin
arzuladığı dünya metaına aldanmayıp bağlanmamaları için (manevi)
temizliktir. Nice zararlar sonradan fayda olur. Nice nimetler de
rahmet ve mihnetler dönüşür.
Teslimiyet, sabır ve neticeleri temenni ile beklemek, kâinatın
ilahi kanunları ve daimî nizamıyla ittifak halinde olan hususlardır.
Sadece tohum saçmakla aynı saat filiz bitmez. Hasad da elde edilmez.
Hasad’ın toplanabilmesi için tohumun aylarca toprakta beklemesi
gerek. Anne karnındaki cenin de öyledir. Organlarının olgunlaşması
için birkaç ay beklemesi gerekmektedir. Allah (c.c.) Kur’an’da
kainatı 6 günde yarattığını haber vermektedir. Oysa Allah (c.c.)
bunu bir lahza veya daha kısa bir zamanda yaratabilirdi. Gece ve
gündüzün birbirini takip etmesi insanların ömür kat’etmeleri,
yaşayışlarını tanzim etmeleri bedenlerinin onun sakin iklimine
alışıp olgunlaşması, tüm bunlardan sonra da yaratıcılarına dönüş
yapmaları içindir. “İlkin sizi o yarattığı gibi yine ona
döneceksiniz. Allah bir kısmına hidayet verdi ve bir kısmına da
sapıklık inip yerleşti” (344)
Zaman, kainatta olup biten tüm hareket ve duruşlar için bir
zarftır. Onunla karşılıklı sabırlaşmazlık telaşın alevlerine
tutuşur, kâinatın takdir edilmiş nizamından da hiçbir şey
değiştirmeyiz.
Sabır çeşitlidir:
1. Taat üzerine sabır göstermek,
2. Günah işlememede sabır göstermek,
3. Musibetlere karşı sabır göstermek.
Taat üzerine sabır göstermenin esası şudur: İslam’ın lüzumlu
rükünlerinin ikame ve devam edebilmeleri, gayret gösterip tahammül
etmeye dayanmaktadır. Mesela namaz günde beş defa tekrarlanan bir
farzdır. Allah (c.c.) onun hakkında şöyle der: “Ehline namazı emret
kendin de ona sebat ile devam eyle.”(345) “Hem sabır ile hem de
namazla Allah’tan yardım isteyin. Gerçi bu elbette büyük çetin bir
şeydir. Ancak Allah’a karşı yüksek saygı gösterenlere öyle
değil.”(346)
Müminlerle iyi geçinmek, muhabbeti devam ettirmek, hatalarına
göz yummak hususları da güzel sabır ile elde edilebilen
meselelerdir. “Sabah ve akşam Allah’ın rızasını isteyerek Rablarına
dua eden kimselerle beraber nefsini sabırlı tut.”(347) Sabrı tavsiye
hakkı tavsiyeye eştir. Allah (c.c.) insanlık saadetinin bu ikisine
bağlı hususuna kasem etmiştir. “Asra andolsun muhakkak insan büyük
bir hüsran içerisindedir. İman edip iyi amel işleyenlerle, hakkı ve
sabrı birbirine tavsiye edenler müstesna.” (348)
Günah işlememe hususunda sabır göstermek:
İnsanların hayatta karşılaştıkları ve şeytanın insanlara
süslediği kötülüklerden yüz çevirmek bu çeşit sabrın esas unsurudur.
Resul-i Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurur:
“Cennet zor işlerle, cehennem de nefsin arzuladığı şehevi
arzularla süslenmiştir”(Buharı).
Zorluklara katlanabilmek, şehevî arzulardan yüz çevirmek ancak
sabırla mümkündür. Bu sabır kuvvetli inanç ve Allah’ın (c.c.)
rızasına yönelmenin bir eseridir. O, mü’mini dünya çirkefliğinden ve
günahlara karışmaktan koruyan iffetin ruhudur.
“Ey Rabbimiz! Üstümüze sabır yağdır. Bizi müslümanlar olarak
öldür.”(el-A’raf, 126)
Mü’minin nefsine, malına, ailesine ve evine gelen musibetlere
tahammül etmesi bu nev’i sabırdandır. Böyle hadisler, her zaman ipin
olabilen ve hayattan ayrılmayan normal durumlardır. Bu musibet
selinde isabet almayan birine mutlaka onun sıyrıntıları bulaşır.
Bununla beraber mü’min musibet esnasında Allah’a (c.c.)
yalvarır. Ondan himaye taleb ederse hâdiselerin hızı ahnır ve
bedenine yapacağı tahribat azalır. Çoğu kez güçlü inanç, zorlukları
ameliyat esnasında, ilaçlarla hastanın ağrılarının giderildiği
şekilde giderir. Mü’mine hâdiseler esnasında dini zayıflayıp
zorluklar karşısında inancı sarsılmadığı müddetçe, Allah’ın (c.c.)
yardımı gelir. “Andolsun sizi biraz korku biraz açlık biraz da
mallardan canlardan ve mahsullerden yana eksiltme ile imtihan
edeceğiz. Sabredenlere (keremini) müjdele ki onlar kendilerine bir
bela geldiği zaman “Biz (dünyada) Allah’ın teslim olmuş kullarıyız
ve biz ahirette de ancak ona dönücüleriz diyenlerdir. Rablerinden
mağfiret ve rahmet hep onların üzerinedir. Ve onlar doğru yola
erdirilenlerin ta kendilerdir.”(349) Ümm-i Âlâ ki o Resulullah’a
bey’at edenlerdendir, anlatıyor: Hasta olduğum bir zamanda
Resulullah (s.a.v.) beni çağırıp şöyle buyurdu:
“Ya ümmi Âlâ! Sana müjdeler olsun ki, Allah (c.c.) ateş, gümüş
ve demirin kirini nasıl gideriyorsa, öylece hastalık mü ‘minin
günahlarını giderir. (350) Bir diğer hadiste de şöyle denilmiştir:
“Allah (c.c.) bir mü’minin iki gözünü aldığında oda sabır
gösterip ecrini Allah’tan (c.c.) beklerse Allah (c.c.) ona cenneti
vermekten başka bir şeyle razı olmaz”(351)
Şu hususu da unutmayalım ki, pay ve irtibat iddia ettiğimiz her
hak da Allah’ın irtibat ve hakkı bizim kimimizden daha çok ve daha
sıkıdır.
Kişiye, çocuğundan daha yakın neyi var ki? insana en kıymetli
şey çocuğudur. Çocuğu kendi bedeninden gelmiş onun kucağında büyümüş
kendinden sonra da namını sürdürecek, yine odur. O, cesedinin bir
parçasıdır. Bu çocuk öldüğünde sabırsız baba, çocuğum diye diye
feryat koparır. Fakat bu feryatlardan önce Hakk’ın nidası, bizlerin
şöyle demesini gerekli kılar…
Baba, çocuğunu kaybetti ise de her şeyin sahibi olan Allah
(c.c.) kulunu yanına götürmeyi irad etmiştir. Bu gözleri hayata açıp
aynı zaman da onları hayata kapayan da onun ta kendisidir. Bu bedeni
çeşitli nimetleri ile olgunlaştıran zat, onun esas barınağı olan
toprağa iade etmiştir. Baba “çocuğum” dediğinde yaratan da o
“kulumdur” der. Benim hakkım herkesten önce ve herkesten çoktur”
der. Kasım b. Muhammed şöyle der:
“Hanımım vefat edince Muhammed b. Ka’b taziyeme gelip şöyle
dedi: “İsrailoğullarından, âlim âbid, çalışkan ve fakîh olan adamın
çok sevdiği hanımı vefat edince ona çok üzülmüş, öyle ki evine girip
kapıyı üstüne kilitlemiş ve kimsenin yanıma gelmesini de önlemiştir.
Bu durumu anlayan bir hanım gelip kapıcısına şöyle demiş: Mutlaka
onunla görüşmem gerek, ona soracaklarım var. Binaenaleyh mutlaka
onunla konuşacağım. Ve kapıda bekledi. Kapıcı onun durumunu alime
bildirince kendisine izin verildi. Kadın, abide senden birşey sormak
isterim dedi. Âbid: Neymiş o? kadın: Ben komşum olan bir kadından
bir süs eşyası aldım. Bir süre onu taktıktan sonra benden geri
vermemi istiyor. Binaenaleyh ona geri vereyim mi? Âbid: Vallahi
evet, deyince kadın: Ama yanımda epey zaman bekledi. Âbid: Bu durum
ona geri vermeni daha fazla gerektirmektedir. Kadın: Allah (c.c.)
seni affetsin. Sen Allah’ın (c.c.) uzun zaman sana verdiği ve senden
daha fazla hakkı bulunduğu bir emaneti geri almasına üzülür müsün?
dedi. Âbid, bu hanımın irşadından istifade ederek içinde bulunduğu
hatalı durumu terketti.” (352)

Sadâkat (Doğruluk)
Allah, yer ve gökleri hak ölçüleri ile yaratmış, insanlardan
hayatlarını hak ile ikâme etmelerini talep etmiştir. Böylece
insanların her sözü hak, her yaptıkları da hak olsun. İnsanlığın
dehşet ve barbarlığı, bu esastan ayrılmalarından, nefis ve
fikirlerinde yalan ve hurafelere yönelmelerinden kaynaklanmaktadır.
Bu hususlar onları doğru yoldan ayırmış, sarılmaları gereken
hakikatlerden de koparmıştır. Doğruluğa her yerde her mesele ve
hükümde sarılmak müslümanın ahlâkının en güçlü direğidir. O,
gidişatına renk veren boyadır. Islâmî cemiyetin temeli; şüphelerle
harp, iftiraları izâle ve zanları yok etme üzerine kurulur. Islâmî
cemiyyette, yüce hakikatler çeşitli münasebetlerde görülür ve itimat
bulur. Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuş:
“Zandan sakının çünkü o konuşmada en büyük yalandır.” (70)
“Sana kuşku vereni bırak, kuşku vermeyene sarıl, doğruluk kalb
huzuru, yalan ise şüphedir.”(71) Kuran kişinin gelecek ve hazır olan
vakitleri ifsad eden, akıllarını hurafelerle dolduran şüphelerin
peşine düşen insanları yerer. “(Onlar) ancak zanna ve nefislerinin
sevdalarına tabi oluyorlar. Halbuki kendilerine Rableri katından
doğru yolu gösteren Resul geldi.”(72) “Onların buna dair bilgileri
yoktur, ancak zanna tabi oluyorlar zan ise hak olan ilmin yerini
tutmaz.” (73)
İslâm, Hakk’a çok kıymet verdiği için yalancıları tardetmiş ve
onları nefretle karşılamıştır. Aişe (r.anha) anlatıyor.
“Resulullah’ın (s.a.v.) indinde yalandan daha kötü bir huy yoktu…
Birinde yalanın peyda olduğunun farkına varırsa, tevbe etmeden onun
nefreti Resulullah’ın kalbinden çıkmazdı.” (74) Bir başka rivayet de
şöyledir: “Resulullah’ın nazarında yalandan daha kötü bir ahlâk
yoktu. Birisi onun yanında bir defa yalan söylediyse, tevbe
etmedikçe Resulullah’ın zihninden kaybolmazdı.”(75)
Buna şaşırmamak gerek, çünkü selef-i sâlihin iyilikleri konuşur
ve onlarla bilinirlerdi. Onlardan biri davranışlarını bozmuş olsaydı
uyuz birinin sağlam kişiler arasında tanındığı gibi hemen bilinirdi.
Bu şahıs fiilleriyle hemen tanınır istikametini düzeltmedikçe ona
sohbet ve toplantılarında yer vermezlerdi. Islâmî bir cemiyette en
belirgin özellikler, doğru konuşmak, emanetleri eda etme hassasiyeti
ve konuşmalara hâkim olabilmektir. Yalan, aldatma, iftira, cayma
gibi huylar nifak ve dinden çıkma alâmetleridir. Veyahut bu hususlar
yalancı, dolancı ve iftiracılar metoduyla dindarlık taslamaktır…
Yalan, sahibinin iç bünyesinde neş’et eden bir pisliktir. O, kötülük
îmal eden bir gidişin neticesidir. Bu gidişat, zorlayıcı bir zaruret
ve kahredici bir durum olmadan kendini gösterebilmektedir. Öte
yandan, bedene musallat hastalıklar gibi kişiyi kirleten diğer bazı
kötülükler vardır, insan, bu hastalıklardan ancak çok korkanların
tedbir aldığı veya üzerinde çok titizlikle eğildiği hususlar gibi
uzun bir müddet tedavi görmek suretiyle kurtulabilir. Bazı insanlar
cihada titreyerek giderler. B azılan da mallarının zekatını verirken
elleri titrer durur. Korkaklık ve cimrilikte bu kadar tesir gören
ahlâk, ölüme koşan ve malını hesapsız verenin ahlâkı değildir.
Harp meydanında hırs ve korku vesveselerini hissedenler için
bazı özürler olabilir, fakat yalancılığı bir sanat edip insanları
onunla aldatanlara hiçbir özür yoktur. Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurur. “Mü’min her huya bürünebilir, hıyanet ve yalancılığa asla..
“(76)
“Resulullah’tan şu soruldu: – Bir mü’min korkak olabilir mi?
“Evet” – Bir mümin cimri olabilir mi? -“Evet,” – Bir mü’min yalancı
olabilir mi? “Hayır.”(77)
Bu cevaplar (îzah ettiğimiz gibi) bazı insanlara şiddet anında
muhkem farz ve kesin vergiler karşısında musallat olan beşeri
za’fiyata işaret etmektedir. Bu cevaplar devamlı cimrilik veya
korkaklığa işaret etmemektedirler. Bu nasıl mümkün olabilir? Çünkü
zekatı men, cihadı da terketmek insanı küfre kadar götürebilecek
nankörlüktür. Bir yalancının söylediği yalanın zararı nisbetinde
günahın cezası da büyür. Binlerce insana yalan ve bâtıl bir haberi
yayan bir gazetecinin, büyük mes’eleleri halka ters göstermeye
çalışan politik bir liderin ve değerli erkek ve kadınlara iftira
atmayı meslek edinen maksatlı kişilerin uyduracakları yalanlar,
başkalarının uyduracağı yalandan daha büyük cinayet ve cürüm
sayılırlar. Bunların akibeti de diğerlerinden daha vahimdir.
Resulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor. “Dün akşam iki adamın bana
gelerek şöyle dediklerini gördüm… Avurdu yırtılan adam bir
yalancıydı. O, öyle yalan söylerdi ki ufuklara çıkıncaya dek
yalanları yayılırdı. Bu hali kıyamete kadar devam eder…”(78)
İşte bunlar gibisi halka yalanlar uydurup onları aldatırlar
kürsü yalancıları çok şa’şaalı ve meşhur olurlar. Hadis-i şerifte
şöyle denilmiştir: “Üç sınıf insan cennete girmez:
1. Zinâkâr yaşlı,
2. Yalancı lider,
3. Kibirli fakir.” (79) Allah’ın dininde yalan söylemek en
çirkin münkerlerdendir. Bunların başında Allah ve Resulünün
söylemediği birşeyi söylemek gelir. Bu çeşit iftiralar gerçekten
büyük edepsizlik ve neticeleri çok vahim hususlardır. Resulullah
(s.a.v.) şöyle buyurur:
‘Bana karşı uydurulup söylenen yalan başkası adına söylenen
yalan gibi değildir. Kim bilerek bana yalan uydurursa ateşte yerine
ha zırlansın.”‘(80)
Bu sahaya câhillerin uydurup, İslâm’la alakası bulunmayan tüm
asılsız bid’atleride girer. Çünkü onlan avara tabakası dinden sayar.
Fakat o, aslında din değildir. Ancak oyuncak ve eğlencedir.
Resulullah (s.a.v.) ümmetini bu kötü bid’atların kaynaklarından ve
doğuracakları kötü sonuçlardan korumuştur. Müslümanların Kur’an’a ve
selef yoluna sarılmalarını tavsiye ederek şöyle buyurmuştur: “Ahir
zamanda ne sizin ne de babalarınızın duymadıkları yalanları
uyduracak yalancı deccaller türeyecektir. Onlardan sakınınız sizi
dalalet ve fitneye sürüklemesinler.” (81)
İslâm, doğruluk faziletinin çocukların da ruhlarına işlenmesini
tavsiye eder. Çünkü bunlarla çocuklar doğruluk ruhuyla yaşarlar ve
tüm sözlerinde doğruluğa alışırlar. Abdullah b. Âmir anlatıyor.
“Resulullah (s.a.v.) bir gün evimizde duruyorken annem beni çağırıp
“Gel sana bir şeyler vereyim” dedi. Resulullah: O’na neyi vermek
istedin? O’na hurma vermek istedim. Resulullah: “Eğer sen ona bir
şey vermeseydin bu sana bir yalanın yazılmasına sebep olurdu”(82).
Ebu Hureyre şu hadisi rivayet eder: “Kim bir çocuğa ‘Gel sana şunu
vereyim’ deyip vermezse bu sözü kendisi aleyhine bir yalan
sayılır.”(83) Resulullah (s.a.v.)’ın anne ve babaları nasıl
doğruluğa alıştırmaları gerektiğini ve yalandan nasıl uzak
durmalarını icab ettiğini öğrettiğine iyice dikkat et, Resulullah
(s.a.v.) bu hususu basit görüp bu konuya göz yumsaydı çocuklar,
büyüdüklerinde yalana küçük bir günah nazarıyla bakabilirlerdi.
Halbuki böyle bir yalan Allah’ın indinde büyük sayılır. İslâm’daki
hakkı arama ve doğruluğa riayet etme gerçeği evdeki küçük sayılan
meselelere de şâmildir. Şöyle ki: “Yezid kızı Esma Resulullah
(s.a.v.)’tan şunu sorar:
– Ey Allah’ın Resulü! Birimizin iştahını çektiği birşeye iştahım
çekmiyor demesi yalan sayılır mı?
“Evet. Allah indinde her yalan kişinin aleyhine yazılır. Hatta
ufak bir yalancık kabul edilen kelimeler bile “yalancık” olarak
kaydedilir” (84) dedi. İslâm, yalanın kötülüğünü ve doğuracağı kötü
neticeleri tek tek saymış öyleki birine haktan ayrılma ve hakkı
küçük görme imkanı bırakmamıştır. Kişi bazen yalan olmaz
düşüncesiyle mizahlardaki yalanlan basit görür. İslâm, kalpleri
rahatlatmak maksadıyla mizaha müsaade etmişse de bunun yalan
olmasına müsaade etmemiştir. Ancak doğruluk ölçüleri içerisinde buna
müsaade edilmiştir. Çünkü kişiyi haramdan koruyacak kadar, onu
bâtıldan da koruyacak hususlar vardır. Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurur:
“İnsanları güldürme gayesiyle yalan konuşana yazıklar olsun,
yazıklar olsun, yazıklar olsun.”(85) “Mizah niyetiyle de olsa,
yalanı terkedene cennet ortasında bir ev verileceğine kefilim”(80).
“Kişi mizah ve tartışmalarda haklı da olsa yalanı terketmedikçe tam
iman etmiş olmaz.”(81)
Gerçek şudur ki:.İnsanlar zevklerine uyarak gülmede haddi
aşarlar, dost-düşman demeden insanların diliyle yalan söylemekten
bir ar duymazlar. Bunları meşhur olmak veya alay etmek gayesiyle
yaparlar. Halbuki İslâm kesin olarak bu üslubu da yasaklamıştır. Şu
bir gerçektir ki, bu tip şakalaşmalara yalan karıştı mı mutlaka çoğu
kez düşmanlık ve üzücü hadiseler meydana gelir.
İnsanları methetmek yalana bir basamaktır. Onun için bir
müslüman başkasını övdüğünde çok dikkat etmeli ve onda olmayanları
söylememelidir. İyilikleri söylemede ve kusurları gizlemede mübalağa
etmemeli, ancak hayır olarak bildiklerini söylemelidir. Methedilen,
övülmeye layık ise de onda mübalağa etmek haram olan yalan
çeşitlerindendir. Resulullah (s.a.v.) kendilerini methedenlere şöyle
buyurmuştur: “Hristiyanların Meryem oğlu İsa’yı övdükleri gibi beni
övmeyiniz. Ben bir kulum. Bana Allah’ın kulu ve Resulü” deyiniz.(88)
Bazı insanlar büyüklerle(!) temellük gayesiyle boş ve kuru laflarla
methiyeler söylerler. Uzun uzun şiirler, nesir yazılar ve hutbeler
irad ederler, boş ve ölçüsüz övgüde bulunurlar, bilmedikleri şeyleri
bile nağmelerler. Hatta bazen zalim ve gaddar yöneticileri adaletle
överler. Korkak ve pısırık insanları cesaret ve kahramanlıkla
vasıflandırırlar. Tüm bunları değersiz bir dünya menfaati karşısında
yaparlar. Bunların hepsi yalancıların amigosudurlar. Resulullah
(s.a.v.) yalanlarından yenik bir şekilde dönünceye dek onlarla
mücadele etmeyi emretmiştir.
Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor: “Resulullah, (s.a.v.) bizlere
meddahların yüzlerine toprak savurmamızı emir buyurdu.”(89)
Hadis şerhleri buradaki meddahlardan maksadın, onlardan yemek
gayesiyle insanları medhetmeyi kendilerine bir sanat edinenler
olduğunu söylemişlerdir. Resul-i Ekrem (s.a.v.) kişiyi kibir ve
gurura düşürmeyecek şekilde, söyleyeni de temellük ve mübalağadan
koruyacak biçimde övgü ve meth hakkında bir müslümanın dikkat
edeceği hususlan açıklamıştır. Müslüman bu hudutlar çerçevesinde
faydalı olacak tarzda gerekenleri karşısındakine söyleyebilecektir.
Ebu Bekir (r.a.) şöyle der: Adamın biri Resulullah’ın (s.a.v.)
yanında diğer birini övdü. Resulullah bu durum karşısında şöyle
buyurdu: “Yazıklar olsun sana sen arkadaşının boynunu vurdun. (Bunu
üç defa tekrarlamıştır). Daha sonra da şöyle devam etmiş. “Kim
müslüman kardeşi hakkında bir şeyler bilirse mutlaka onu
methedecekse şöyle desin.” Allah daha iyi bilir. Çünkü Allah namına
hiç kimse temize çıkarılamaz. Veya “Ben falanı şöyle şöyle tahmin
ediyorum” desm.”(90)
Tacir, bazen eşyasının değer ve reklamı için yalan söyler.
Genellikle aramızdaki ticaret aşırı kazanç üzerinden yapılmaktadır.
Satıcı yüksek fiyatla alıcıyı da aldatmak ister. Neticede pazar
çarşı ticaretine bencillik hâkim olur. İşte İslâm, bu ve içine yalan
veya tartışma karışan tüm kötü mübadeleleri yasaklamıştır.
Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurur: “Alıcı ve satıcı ayrılmazdan önce
pazarlığı devam ettirip ettirmeme hususunda serbesttirler. Alıcı ve
satıcı doğru konuşup her şeyi açık söylerlerse alışverişlerinde
bereket hasıl olur. Yok eğer onlar yalan konuşup bazı şeyleri
ketmederlerse, belki muvakkat bir zaman için kâr edebilirler. Fakat
sonunda alış-verişlerinin bereketi gider.” Başka bir rivayet de
şöyledir: “Bereket ve kârları mahvolur.” “Yalan yemin, malı satmak
için yardımcı olabilir. Fakat tüm kazancı mahveder.”(91)
Bazı tüketiciler mal hususunda bilgileri olmadığı için
üreticilerin mallarını ellerinden ucuz almaya hücum ederler.
Zavallılar, tüketicilerin söylediklerini de hemen tasdik ederler.
Bir tacir için kötü malını fahiş fiyatla satmaması ve ayıbını
gizlememesi imkan gereğidir. Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurur:
“Bildiği bir malın kusuru nu gizleyip söylememek helal
değildir.”(92)
“Müslüman kardeşin sana güvenip doğru konuştuğu halde, ona yalan
konuşman ne büyük hıyanettir. “(93)
İbn-i Ebi Evfa’dan: “Birinin, malını başkasına satmak için
“Vallahi hiçbir mala verilmeyen fiyat benim malıma verildi” şeklinde
yemin etmesi üzerine şu âyet nazil oldu: “Allah’ın ahdini ve kendi
yeminlerini birkaç paraya satan kimseler (var ya) işte onların
ahirette hiçbir nasibi yoktur. Allah onlara kelâmıyla hitap
etmeyecek ve kıyamet günü onlara merhamet nazarıyla bakmayacak.
Onlar için çok acıklı bir azap vardır.”(94)
Şahitlik hususunda yalan yeminde bulunmak, yalanların en
çirkinidir. Müslüman, en sevdiği ve en yakın insan aleyhinde olsa
dâhi, hakkı söylemekten çekinmez. Akrabalık veya taraftarlık korku
veya rağbet onu haktan ayırmaz.
Her türlü seçimler için oy kullanmak veya propaganda yapmak bir
nevi şehadette bulunmaktır. Kim yalancı ve haini seçerse o da
yalancı ve hâindir. Allah (c.c.) şöyle buyurur: “Ey mü’minler! Hak
üzere durup adaleti yerine getirmeye çalışan hakimler ve Allah için
doğruyu söyleyen şahitler olun. Velevki şahitliğiniz nefsinizin
yahut ana ve babanızla, yakın akrabanızın aleyhinde olsun. İster
üzerine şahitlik yapılan kimseler zengin veya fakir bulunsun. Çünkü
Allah ikisine de zengin ve fakire sizden daha yakındır. Onun için
siz haktan yüz çevirip nefis arzusuna uymayın. Eğer adalet üzerine
hüküm vermekten, şahitlik ederken doğru söylemekten dilinizi
bükerseniz veya yüz çevirirseniz şüphe yok ki Allah yaptıklarınızdan
haberdardır”. (En- Nisa: 135) Ebu Bekr (r.a.) Resulullah (s.a.v.)’ın
şöyle buyurduğunu rivayet eder: “Dikkat edin, size büyük günahların
en büyüklerinden haber vereyim mi? (Bunu üç defa tekrarladı). Ashab:
Evet, dediler. Resulullah: “Bu günahlar Allah’a ortak koşmak, anne
babaya isyan etmek, insan öldürmektir” buyurdu. Resulullah bunları
söylerken yanı üzerine yaslanıyordu, doğrulup şunları ilave etti:
“Dikkat edin yalan söylemek, yalan yere şahitlikte bulunmak da
bunlardandır”. Bunları o kadar tekrarladı ki “Keşke sükût etse diye
temennide bulunduk.”(95) Yalan, karanlık bulutlardır. İnsan bazen
yalanla hakkı ketmetmekle yetinmez. Bilakis bâtılı da ikâme etmek
ister yalanın fert ve cemiyetler üzerinde zararları çok şiddetli ve
yokedicidir. Onun için Resulullah bu husustan da ümmetini
sakındırmıştır. Meslek ve sanat erbabı için iki tarafın da ona göre
hareket edeceği antlaşma, değişmez vesikalar gerek. Bazı
müslümanların arasında vuku bulan caymalar, sınır ve sözleşmeleri
ihlal etmek gerçekten üzücüdür.
Halbuki İslâm sözde durmamayı nifak alameti olarak kabul
etmiştir. Resulullah (s.a.v.) konuşmalarına da değer verirdi. Bu
peygamberlikten önce de onun en büyük özelliklerindendi. Abdullah b.
Ebi el – Hemse anlatıyor: “Resulullah (s.a.v.) ile Peygamberlikten
önce bir alışveriş yapmıştım. Onun benden alacağı bir beşi kalmıştı.
O’na alacağını bulunduğumuz yere getireceğime söz vermiştim. Her
nasıl olduysa söz verdiğimi unuttum. Üç gün aradan sonra tekrar
hatırladım. O, beni görünce şöyle dedi: “Ey genç beni usandırdın üç
günden beri seni burada bekliyorum.”(96)
Resulullah (s.a.v.) devamlı olarak söz verdiği yerde hazır
bulunurdu. Resulullah bir defasında Câbir b. Abdullah’a Bahreyn
ganimetlerinden birazını vereceğini va’detmişti. Bahreyn fethinden
önce vefat ettiği için ona birşey veremedi. Ebu Bekr (r.a.) devrinde
Bahreyn’den mal gelince Hz. Ebu Bekr şöyle bir îlan verdi:
“Resulullah’ın kime verdiği söz veya borcu varsa bize müracatta
bulunsun”. Verilen sözün nasıl değer kazandığım ve yerine
geirilmesinin ne kadar büyük olduğuna bak. Yalan vaadlerin hepsi
bazen boşa gitmeyebilir. Fakat maslahatları bozar. İnsanlara zarar
verip vakitlerini heder eder. Doğru sözlü olmak basit bir mes’ele
değildir. Allah (c.c.) doğru sözlü olmayı peygamberlerin bir vasfı
olarak zikreder. Bu husus Kur’an’da şöyle geçer: “Kur’an’da İsmail’i
de an çünkü o va’dine sadıktı ve kavmine gönderilmiş bir
peygamberdi. Ümmetine de namazı kılmayı ve zekat vermeyi emrederdi.
Ve Rabbı katında rızaya kavuşmuştu.”(97) Bu minval üzere adı geçen
sıfatların zikredilmesi sana doğru sözlü olmanın ehemmiyetini
gösterir. İsmail (a.s.) babasına ayette geçen sözü söylemekle
insanların en doğru sözlüsü olduğunu ispatladı. “Babası ona: ‘Yavrum
ben rüyamda görüyorum ki seni boğazlıyorum. Artık bak ne
düşünüyorsun “(98) deyince; “Babacığım sana ne emredildiyse yap
inşaallah beni sabredenlerden bulursun “(99) dedi.
İnsan, bazen yaptığı bir hatadan yalan söylemek suretiyle
kurtulmak ister. Ve bunun doğuracağı neticelerden bu şekil ile
sıyrılmak ister. Bu ise cehalet ve acizliğin ta kendisidir. Bu
durum, kötülüğe daha büyük bir kötülük ile karşılık vermektir.
İnsana lâzım olan kusurunu kabullenmesidir. Umulur ki doğruluğu ve
bu durum karşısındaki ızdırabı olan hatasını örtsün. Nefse dokunacak
(hakkı söylediği için) bir korku karşısında müslümana yakışan,
yalandan uzak durması ve cesaretle kıyam etmesidir. Resulullah
(s.a.v.) şöyle buyurur: “Tehlikeli de olsa doğruluğa sarılınız.
Muhakkak ki kurtuluş doğruluktadır. “(100) “İnsan yalan konuştuğu
zaman çıkaracağı kötü kokudan dolayı melek ondan bir mil
uzaklaşır”(101) sözlerinde doğruluğa riayet eden birinin bu ameli
onu hareketinde salah ve ahvalinde iyiliğe sevkeder. Kişinin hakka
sarılması neticesinde kalp ve fikrinden nur fışkırır. Allah şöyle
buyurur: “Ey îman edenler! Allah’tan korkun. Doğruyu söyleyin ki
sizin amellerinizi bu sayede düzeltsin. Günahlarınızı bağışlasın.
Kim Allah ve Resulüne itaat ederse büyük bir kurtuluşa nâil
olur.”(102) Doğru bir amel yakından neş’et ettiği için kendisinde
hiç şüphe olmaz. Bu amel İhlasın eşiğidir. Haktan fışkırdığı için de
onda hiçbir eğrilik yoktur.
Milletlerin kurtuluşu, fertlerin doğru amellerde bulunmasıyla
mümkündür. Fertlerin doğru amelleri çoksa, ilerlemeleri de o
nisbette çok olur. Aksi takdirde yolun ortasında kalırlar. Yalan,
soytarılık, şiddet, boş va’adlerde bulunmak; insana hiç birşey
kazandırmaz. Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurur: “Doğruluğa sanlın.
Doğruluk kişiyi iyiliğe sev keder. Kişi doğruluğa sarılmakla
Allah’ın indinde “Sâdık olarak yazılır”. Yalandan da sakınınız,
yalan kişiyi hayasızlığa sev keder. Hayasızlık ise sahibini
cehenneme götürür. Kişi yalan söylemeye devam etmekle Allah indinde
“Yalancı” olarak yazılır. Yalanın sebep olduğu hayasızlık nefis ve
îman için zaafın en son zirvesidir. Malik, İbn Mes’ud’dan şunu
rivayet eder: “Kişi yalan söyleye söyleye kalbinde siyah bir leke
hasıl olur. Bu leke zamanla tüm kalbini kaplar ve Allah indinde
yalancılardan sayılıncaya kadar devam eder”. Böyle birine Allah’ın
şu vaadi gerçekleşir: ‘Yalanı ancak Allah’ın ayetlerine uymayanlar
uydurur. İşte bunlar asıl yalancı olanlardır.”(103)
Kişiyi iyiliğe sevkeden sadakat ise ancak azim sahibi
insanların ulaşabildikleri hayır zirvesidir. Bunu anlatmak için şu
ayet yeterlidir: “Namazda yüzlerini doğu ve batı tarafına çevirmeniz
hayır ve taat değildir. Fakat hayır ve ibadet Allah’a, Ahiret’e,
meleklere, Allah’ın indirdiği kitaplara ve peygamberlere îman edenin
ibadetidir. (Hayır ise), sevgisi üzere yahut mala olan sevgisine
rağmen, malı fakir akrabaya, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa,
dilenenlere, köle ve esirlere harcayan, namazı gereği gibi kılan,
zekatı veren kimsenin, ahiîeştikîeri zaman sözlerinde sâdık
kalanların, ihtiyaç ve sıkıntı hallerinde cihad ve savaşlarda
sabredenlerin hayrıdır. İşte bu vasıfları taşıyanlar hakka uyan
sâdıklardır. Ve bunlar takva sahipleridir.”(l04)

Daha Güzel Bir Âleme Doğru
Şimdiye kadar bahsettiğimiz prensiplerden anlıyoruz ki, İslâm,
beşeriyeti büyük adımlarla fazilet ve edeble yoğrulmuş bir hayata
götürüp, bu hedefe ulaştırıcı tüm sebepleri de risaletin temel
prensipleri kabul eder. Aynı zamanda bu sebepleri ihlal eden
vasıtaları da risâletten çıkma ve uzaklaşma olarak telakki eder.
Ahlâkî meseleler kişinin uzak kalması mümkün olan meseleler
değildir. Bilakis onlar dinin râzı olduğu ve hürmetle karşıladığı
hayatın esaslarıdır.
İslâm tüm faziletleri tek tek sayıp mensuplarım onları işlemeye
teşvik etmiştir. Peygamber (s.a.v.)’in iyi ahlâkla bezenmeyi emreden
sözlerini toplarsak, hiçbir ıslahatçı liderde bulunmayan bir eser
meydana getirmiş oluruz. Bu faziletlerin tafsilatına ve ayrı ayrı
anlatıma geçmeden, Allah Resulü (s.a.v.)’in iyi ahlak ve davranış
güzelliğine yaptığı sıcak ve manalı davetinden bazı bölümler sunmak
istiyoruz… Şüreyk oğlu Üsame anlatıyor:
“Bizler Resulullah (s.a.v.)’ın yanında iken sanki başımızda
kuşlar varmış gibi hareketsiz otururduk. Kimseden ses seda yok! Tam
o esnada bir grup insan gelip:
-Allah’a en sevimli kullar kimlerdir, dediler. O da:
– Ahlâkça en iyi olanları ” (19) buyurdu. Bir başka rivayette:
İnsana verilen en hayırlı şey nedir ?” denilince:
– “Güzel ahlak ” (20) buyurdu. Yine şöyle buyurdu: “Hayasızlık
ve edepsizliğin İslâm’da yeri yoktur “(21),
“Sizin en hayırlınız ahlakça en iyi olanınızdır ” yine: ” Îmânı
en kâmil mümin kimdir ?” diye sorulunca: ” Ahlâkı en iyi
olandır”(22) buyurmuşlardır. Yine Abdullah b. Amr şu hadisi
nakleder. Allah Resulü (s.a.v.):
– “Size bana en sevimli olup, kıyamette bana en yakın
olanınızdan haber vereyim mi? diye iki veya üç defa tekrarladı.
Ashâb: Buyurun söyleyin ey Allah’ın Resulü deyince:
“- O, ahlâkça en iyi olanınızdır” (23) buyurdu. Yine:
“Kıyamet gününde müminin mizanında iyi ahlâktan daha ağır bir
şey yoktur. Allah (c.c.) hayasız ve arsızdan hoşlanmaz. Muhakkak ki,
iyi ahlâk sahibi, namaz kılan ve oruç tutanların derecesine nail
olur” (24) buyurdu.
Bu açık ifade, ahlâkı ıslah etmeye çalışan bir filozoftan sadır
olsaydı pek acayip olmazdı. Esas garip olan, bir dinin
peygamberinden sadır olmasıdır. Zira dinlerin önemi sadece
ibadetlerde düğümlenir sanılır, İslam peygamberi (s.a.v.) bir yandan
insanları çeşitli ibadetlere davet edip, düşmanları karşısında
devletini cihad üzerine ikâme ederken, diğer yandan da ümmetinin
kıyamet gününde terazilerinde en ağır gelecek amelinin iyi ahlak
olduğunu vurgulamıştır ki, bu bile İslam’da ahlâkın önemine delâlet
etmeye kâfidir.
Nice dinler vardır ki, “sadece belli bir akideye sarılmakla
günahlar affolunur veya belli ibâdetleri yapmakla hatalar silinir,
prensibine inanır. Ama İslâm böyle demiyor. O, akideyi, iyilikleri
işlemeye ve vecibeleri eda etmeye teşvik eden itici bir kuvvet kabul
eder. O, ibadeti kötülükleri silen bir araç, kemâle ulaştıran bir
hazırlık addeder. Yani kötülükleri, kişiyi yücelten iyilikler yok
edebilir.
Bu esaslar çerçevesinde Resulullah (s.a.v.) ümmetine ahlâkın
değerini küçümsemeyecekleri derecede kemale ulaşmalarını temin
ettirinceye dek bu gerçekleri pekiştirip öğretmek için ısrar
etmiştir. Enes (r.a.) şu hadisi rivayet eder:
“Kul iyi ahlâk sayesinde âhirette büyük derecelere ve en büyük
makamlara erişir. Halbuki o, dünyada iken ibadetinde zayıf
sayılırdı. Yine o, kötü ahlakı sebebiyle cehennemde en aşağı
dereceleri boylar”(25). Aişe (r. anha)’dan:
“Mümin iyi ahlâkı sayesinde gece namaz kılan ve gündüz oruç
tutanların derecesine ulaşır”(26). Bir diğer rivayette; “gündüz” ve
“gece” kelimeleri yoktur, İbn Ömer’den:
“İbadetinde mu’tedil olan mü’min iyi ahlak ve üstün huyu
sebebiyle çokça oruç tutan ve Allah’ın âyetlerini tatbik edip namaz
kılanların derecesine ulaşır.” (27). Ebu Hureyre (r.a.) den:
“Mü’minin; şerefi, dini, mürüvveti, akıl ve değeri ahlakı
iledir” (28). Ebu Zerr (r.a.) şu hadisi rivayet eder:
“Kalbini ihlâsla dolduran, dürüst, lisanı doğru, nefsini mutmain
ve ahlâkını da müstakim kılan kurtulmuştur”(29).
Güzel ahlâk, bir cemiyette sadece nazarî bilgiler ve eğitim,
mücerred emir ve yasaklarla sağlanamaz. Çünkü kişileri faziletlere
alıştırmak ve öğretmenin “şöyle yap,” “böyle yapma” demesi kâfi
değildir. Bunun için köklü bir eğitim, uzun bir çalışma ve devamlı
bir alıştırma gereklidir. Terbiye güzel bir numuneye dayanmazsa
netice vermez. Kötü insan, çevresine iyi tesirler bırakamaz, İyi
tesir, ancak gözlerin kendisinde olduğu kişilerden sadır olabilir.
Böyle bir kişinin edebi ve yüce ahlakı sayesinde gözler ondan haya
eder, insanlar hürmetle önünde eğilir, isteyerek onu takip ederler.
Takip ve ittiba eden kişinin, bir şeyler kazanabilmesi için tabi
olduğu ve uyduğu kişinin, kendisinden kıymet ve değer bakımından
daha önde olması gerekir. Allah Resulü (s.a.v.) ashabı arasında
davet ettiği ahlâk için en güzel numune idi. O, davet ettiği yüce
ahlakı ashabının kalbine muazzam siretiyle nakşediyordu. Abdullah b.
Amr (r.a) şöyle der:
“Resulullah (s.a.v.) kötü ahlâklı ve kötülükten hoşlanan biri
değildi. O, şöyle buyururdu: “En iyileriniz ahlâkça en üstün
olanlarınızdır.”(30) Enes (r.a.) anlatıyor:
-“Ben, Resulullah’a on yıl hizmet ettim. Allah’a yemin ederim ki
bana bir defa bile “Öf demedi. Herhangi bir şeyi niçin böyle yaptın
veya şöyle yapmadın da demedi. “(31) Yine Enes (r.a.)’den:
“Dul bir kadın Resulullah’ı elinden tutar, ihtiyacı için onu
dilediği yere kadar götürürdü. Bir insan onunla musafaha yapsaydı
kendisi Resulullah’ın elini bırakmadan Resulullah onun elini
bırakmazdı. O, yüzünü çevirmeden Resulullah çevirmezdi. Arkadaşları
arasında ayaklarını uzattığına kimse şahit olmazdı. Yani O,
arkadaşları arasında kibirlilik taslamaz ve bu hususta çok titiz
davranırdı”‘(32) Hz. Aişe (r.anha)’den:
“Resulullah iki işten birini seçmekle karşı karşıya kalsaydı,
günah olmadığı sürece kolay olanını tercih ederdi. O: günahlardan,
insanların uzağı idi. Nefsi için intikam almış değildi. Ancak haram
işlediğinde intikam alırdı. O: eliyle, ne bir kadın, ne bir hizmetçi
ne de herhangi bir şeyi dövmemişti. Sadece Allah yolunda cihad
esnasında böyle değildi.”(33) Enes (r.a.)’den:
“Resulullah ile yürüyordum. Üzerinde, kaba kenarları sert bir
aba vardı. Bu esnada, bedevi biri gelip O’nun abasını çekti. Öyle ki
Resulullah’ın omuzlarında abanın tesiriyle izler hasıl olmuştu.
Bundan sonra adam “Ey Muhammed! Bana, Allah’ın senin yanındaki
malından ver” dedi. Resulullah tebessümle ona iltifat edip kendisine
maldan verilmesini emretti.”(34) Hz. Aişe (R.anha) den şu hadis
rivayet edilir:
“Allah nezâket sahibidir. Öyle olmayı da sever. Nezâket
karşısında verdiği mükafatı katılıkta veya başka herhangi birşeyde
vermez.”(35). Başka bir rivayet şöyledir:
“Nezâket birşeyde onu süsler, birşeyden alındı mı, onu da
lekeler bırakır.” Cerir (r.a.)’den:
“Allah yumuşaklığa karşı verdiğini hamakata karşı verecek
değildir. Allah bir kulunu sevdi mi ona yumuşak huy ihsan eder. Bir
ev halkı yumuşak huydan nasib almadılar mı hayrın tümünden mahrum
sayılırlar.”(36) Aişe (r.anha) den Resulullah’ın evde meşgul olduğu
işler sorulunca şöyle cevap vermiştir:
“O, evinde aile efradının hizmetinde bulunurdu. Namaz vakti
gelince de hemen abdest alır, namaza giderdi.”(37) Abdullah b.
el-Haris’ten:
“Ben Resulullah (s.a.v.)’den daha fazla tebessüm eden birini
görmedim.”(38) Enes b. Malik Resulullah (s.a.v.)’ı şöyle anlatır:
“Resulullah insanların en güzel ahlâkına sahipti. Ebu Umeyr
adında bir süt kardeşim ve “Nuğayr” adında hasta bir kuşu vardı.
Resulullah (s.a.v.) bu çocuk ile latife eder ve “Ey Ebu Umeyr,
Nuğayr’den ne haberi” derdi.(39) (Nuğayr, Arapçada kuşcuk manasına
gelir)
Allah Resulü’nün cömertliği ve hiçbirşeyi saklamaması, cimrilik
yapmaması şemail kitaplarında meşhurdur. O, hiçbir an haktan
dönmeyecek kadar cesurdu. Hükmünde ebe-diyyen zulüm yapmayacak kadar
adildi. Tüm hayatı boyunca sadık ve emindi. Cenab-ı Hak müslümanlara
onun mübarek ve şerefli izlerini takip etmelerini emrederek şöyle
buyurmuştur:
“Gerçekten Resulullah’ta sizin için, Allah’ı ve ahiret gününü
umar olanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir (imtisal)
numunesi vardır.”(40)
Bu konuda Kadı el-İyaz şöyle der: “Resulullah (s.a.v.)
insanların en iyisi, en cömerdi ve en cesuru idi. Bir gece duyulan
bir ses üzerine Medine ahalisini korku sardı. İnsanlar ses tarafına
doğru gitti. Resulullah (s.a.v.) onları geride bırakarak ilerledi ve
sesin olduğu yere varıp haberi inceledi. Kendisi Ebu Talha’nın
çıplak atı üzerinde, kılıcı da boynunda asılı duruyor ve “Hiç
korkmayın” diyordu. Ali (r.a.) şöyle der: “Savaş alevlenip gözler
şaşkına çevrildiği zaman, biz Resulullah ile kendimizi korurduk.
(O’na iltica ederdik). (O anda) düşmana ondan daha yakın birisi
olmazdı.” Cabir b. Abdullah (r.a.)’dan:
“Resulullah (s.a.v.) kendisinden istenen hiçbir şeye yok
demezdi. Hatice (r.anha) O’na şöyle dedi:
“-Sen düşkünün yükünü kaldırır, yoksula verir ve musibetzedelere
yardım edersin”.
Biri gelip O’ndan birşeyler istedi: “Benim yanımda birşey yok,
fakat benim hesabıma istediğini satın al. Bize birşeyler gelince onu
öderiz” dedi. Ömer (r.a.): “Allah (c.c.) güç yetiremiyeceğiniz şeyi
size yüklemedi” dedi. Resulullah (s.a.v.) bu görüşü beğenmedi.
Ensar’dan biri de: “Ey Allah’ın Resulü infak et. Allah varken
azalacağından endişelenme” dedi. Bunun üzerine Resulullah, yüzünde
belirtileri hissedilecek derecede tebessüm etti ve: “Ben de bununla
emrolundum” buyurdu.
Kâinatın Efendisi ashabı ile ülfet eder, nefret ettirmezdi. Her
kabilenin ileri gelenleri ikram eder ve onu başlarına emir tayin
ederdi. İnsanları korur, onları kötülükten sa-kındırırdı. Hiç
kimseye karşı yüzünü ekşitmez ve ahlâkını nahoş etmezdi.
O, ashabını arar, herbirine ayrı ayrı değer verirdi. Öyle ki,
her arkadaşı Resulullah’ın yanında kendisinden daha kıymetli birinin
olmadığı hissine kapılırdı.
Bir ihtiyaç için onu durduran biri ondan ayrılmadan o
ayrılmazdı. Ondan bir ihtiyacının giderilmesini isteyeni boş
çevirmezdi, en az güzel bir söz ile de olsa razı etmeye çalışırdı.
İnsanlara öyle nazik ve hoş davranırdı ki onlar için bir (büyük)
baba yerine geçmişti. Hak hususunda herkes O’nun yanında eşitti.
Devamlı güler yüzlü, yumuşak huylu ve nezaketli bir yaratılışa
sahipti. Sert ve kaba değildi. O, ne bağırır, ne çağırır, ne de
ayıplar, ne de aşın methederdi. Arzulamadığı birşeyi görmezlikten
gelir, onu işleyenden tamamiyle ümit kesmezdi. Aişe (r.anha):
“Resulullah’tan daha güzel ahlâklı kimse yoktu. Arkadaşları veya
aile efradını çağırdıkları zaman “buyrun” manasına gelen “Lebbeyk”
derdi diye nakleder. Cerir b. Abdullah (r.a.):
“Resulullah (s.a.v.) ta müslüman olalıdan beri her beni gördüğünde
veya ayrıldığında mutlaka tebessüm etmişlerdir. Ashabıyla mizah
eder, onlarla yarışlar tertib eder, çocukları okşar ve kucağına
alırdı” der.
O; fakir, dul, köle herkesin davetine icabet eder. Medine’nin en
ücra köşesinde bulunan hastayı ziyarette bulunur ve mazeret
gösterenin mazeretini kabul ederdi.
Enes (r.a.)’den: “Biri Resulullah’ın kulağına eğilip birşeyler
söylemek isteyince, dilediği gibi O’nun başını eğip arzusunu takdim
ederdi. Biri elinden tutunca, o elini bırakmadan Resulullah
bırakmazdı. Karşılaştığı kişiye selam verir, mu-safaha yapardı.
Kimseye karşı ayaklarını uzatmaz, bu sebeple yeri daraltmazdı. Yanma
gelene ikram eder, bazen onun için elbisesini yere serer, altında
bulunan minderi verir ve üzerinde oturması için ısrar ederdi.
Ashabına bazen künyeleri ile hitap eder, ikram olarak en güzel
isimleriyle çağırırdı. Konuşan bir kişi kendisi bırakıp, konuşmasını
kesmeden onun konuşmasını yarıda kesmezdi” diye rivayet eder. Yine
Enes (r.a.) rivayeten: Resulullah (s.a.v.)’a bir hediye
getirildiğinde “Falanca kadının evine götürün. Çünkü Hatice’nin
sadık dostu olup, çok seviyordu” derdi. Diyor.
Aişe (r.anha): “Haticeyi kıskandığım kadar başka hiçbir kadını
kıskanmadım. Resulullah O’nun bahsini çok yapar, bir hayvan
kestiğimizde onu Hatice ‘nin arkadaşlarına hediye ederdi. Onun kız
kardeşi yanına girmek için izin istediğinde izin verirdi. Bir gün
yanına bir hanım geldi. Onun gelişine çok sevinip hal hatır sordu.
Hanım gidince de: “Bu hanım bize Hatice hayatta iken de gelirdi.
“Ahde sadık kalmak iman icabıdır” buyurdu.
Ebu Katâde: Necâşî heyeti gelince Resulullah onlara bizzat
hizmette bulundu. Ashap: Biz hizmeti yapabiliriz, deyince: “Onlar
ashabıma hizmet etmişlerdi. Ben de aynı şekilde onları
mükafatlandırmak istiyorum” dedi.
Ebu Üsame (r.a.)’den: “Resulullah (s.a.v.) bastonuna dayalı
olarak yanımıza geldi. Biz de ayağa kalktık. Bunun üzerine:
“Acemlerin birbirini ta’zim ettikleri gibi ayağa kalkmayın. Ben
kulum, kul gibi yer, kul gibi otururum” dedi.
O, merkebe biner, terkisine birini alır, fakir – fukarayı
ziyaret eder, onlarla oturur, arkadaşları arasına katılır, mecliste
boş bulduğu yere otururdu.
Resulullah (s.a.v.) cılız bir deve üzerinde ve üzerinde dört
dirhem etmeyen bir aba olduğu halde hac farizasını etti ve bu esnada
şu duayı okudu: “Allah”ım içinde riya ve gösteriş olmayan bir hac
olarak kabul eyle.”
Mekke’ye fâtih olarak islam ordusuyla girince, Allah’a
tevazuundan dolayı başı neredeyse bineğinin ön kısmına değecekti.
O, önderler önderi, çok sükut eder, ihtiyaç olmadan konuşmaz,
güzel konuşmayandan da yüz çevirirdi.
Gülmesi tebessüm şeklindeydi. Konuşmasını tane tane yapar, ne
fazla uzatır, ne de çok kısa keserdi.
O’na iktida ve benzemek için ashabı da O’nun yanında sadece
tebessüm ederlerdi. Meclisleri vakar, hayır ve emniyet meclisiydi.
Orada ne sesler yükselir, ne de hürmetler ihlal edilirdi.
Kainatın Efendisi konuşunca ashabı O’nu can kulağıyla dinler,
sanki başlan üstünde kuşlar duruyor gibi kı-mıldamazlardı. O, tam
ahenk içinde yürür, ne acele eder, ne de gevşek davranırdı.
İbn’i Ebi Hale der ki: “Resulullah dört maksat için sükut
ederdi: Vakar, takdir, dikkat, tefekkür.”
Aişe (r.anha) der: “Resulullah başkası istediği takdirde kelime
veya harflerini sayabileceği şekilde konuşurdu. O, hoş ve güzel
kokuları sever, çok kullanırdı. O’na tüm imkanlarıyla dünya takdim
edilmişti. Fetihler arka arkaya nasib olduğu halde buna rağmen dünya
süsüne önem vermez ve ondan yüz çevirirdi.
Vefat ettiği zaman ailesinin nafakasını temin için zırhı rehin
olarak bir yahudide duruyordu. Allah’ın salat ve selamı O’nun,
ailesinin ve ashabının üzerine olsun… (Amin).

Bir Cevap Yazın