Taşkent Ve Soyumuz

Taşkent’ten söz ederken önce bölgeyi tanımakta yarar var Kardeşimiz Ali Topalın derlemeleri ve faydalanılan diğer kaynaklardaki bilgiler aşağıya aktarılmıştır.
Bölgemiz KLİKYA Bölgesidir.

KLİKYA; Antalya, Alanya göller yöresi (Isparta,Burdur), Silifke, Anamur, Hadim, Ermenek, Bozkır, Mersin, Adana ve Maraş’ın batı yörelerini içine alan ve bugün ORTA TOROSLAR diye adlandırılan bölgeye denilmektedir.

KLİKYA’ da kurulan UYGARLIKLAR, bu uygarlıktan TAŞKENT’ i etkileyen yönleri.

M.Ö. 3000-2000 yıllarında KLİKYA’ ya Hititler (Etiler) hakim olmuşlardır. Hitit uygarlığının izlerini Taşkent ve çevresinde rastlanılmaktadır. Çıban Kayasındaki Kabartmalar, Karıcık Kale mevkiindeki tanrıca şekilleri, Avşar ve Çetmi Kasabası yörelerinde çeşitli hayvan şeklileri, Aladağ bölgesinin hemen hemen her yerinde bu benzer yüzlerce Hitit yapısı eserlere rastlanıldığı görülmüştür.

1956 Yılında ilk, 1968 yılında ikinci defa Taşkent ve yöresine gelerek inceleyen Arkeoloji heyetinin açıklaması hayli ilginçtir. Hitit veya İyon medeniyetine ait KANDA-KANDİ adında bir uygarlık merkezi aradıklarını, KANDA-KANDİ şehrinin Taşkent çevresinde olduğunu ve kesinlikle hangi harabeler olabileçeğini kestirbilemetiklerini söylemişlerdir. Şöyle bir kanaat akla gelebilir: Taşkent’in ilk isminin sonundaki KONDİ, LONDA veya KANDA takısını, adı geçen tarihi şehirden almaktadır. Ne tekim, ŞİKARİ’de PİRLERKANDİ, İsmail Hakkı Konyalı’ nın “Konya Tarihi” adlı eserinde PİRLKANDİ, evliya Çelebi’ nin Seyahatnamesinin 9. cildinde KARİYE-İ KONDİ olarak adı geçmektedir. Kesinlikle söylenebilir ki, Taşkent’in ilk adı PİRLERKANDİ’ dir. Zamanla dilimizde dönüşüme uğrayarak PİRLERKONDU – PİRLONDA şeklini almıştır. Klikya’ da Hitit uygarlığından sonra Taşkent’i ilgilendiren ikinci uygarlık ROMA-BİZANS uygarlığıdır. Taşkent ve çevresinde sık sık karşılaşılan harabeler, lahitler, mermer sütunlar, taştan yapılmış, arslanlar ve madeni paralar, tümüyle ROMA-BİZANS uygarlığının kalıntılarıdır. KARICIK, SIVAT, ANACAK, DİKMENİN BOYU, ÖRENCİK, TAŞDİBİ ve ASAR (Hisar) bu uygarlıkların yer yer seyrettiği mevkilerdir.

HADİM-BOLAT Köyü yakınlarındaki TAMAŞALIK, bu uygarlığın merkezini teşkil etmektedir.

Roma-Bizans uygarlığından sonra 1015 – 1208 yılları arası Selçuklu ve Anadolu Selçuklu’larının uygarlıkları göze çarpar Taşkent ve çevresinde Anadolu’ya Türklerin yerleşmesiyle başlayan bu medeniyetin izleri, günümüze kadar canlılığını kaybetmemiştir. Büyük Selçuklu Anadolu Selçuklu’larında kalma ÇİBİ köprüsü, Kozan Mahallesine geçerken İMİRZALAR köprüsü, bu medeniyetin canlı örnekleridir. Boğaziçi köylerinde ve Aladağda da (Selavat Köprüsü) bu medeniyetin izlerine rastlanmaktadır.

OSMANLI UYGARLIĞI

Osmanlılar zamanında, Kariye-i KONDİ diye adlandıran Taşkent’te, Osmanlı-Türk uygarlığı en güzel örnekleriyle canlılıklarını muhafaza etmektedirler. Hikayesi dillere destan olan BÜYÜK CAMİİ, Osmanlı padişahlarından Yavuz Sultan Selim zamanında yapılmıştır. Bugün dahi kubbe ve minarelerindeki sanat, dipdiri ve taptazedir Yavuz’un Çaldıran seferine rastlayan (1516-1517) yıllarında büyük camiinin inşaatına merhum Uzun Şıh (Abdullah) zamanında başlanılmıştır. Nitekim Camii tabusunda “SELİMİYE CAMİİ” diye adı geçmektedir. Ballar çeşmesi, Emirler Pınarı ve Boğaz Köprüsü bu uygarlığın örnekleridir. Cumhuriyetin kurulduğu günden bu yana bir hayli aşamalar yapılmış olup, bu aşamalar sırası ve yerince anlatılmıştır.

TAŞKENT’ E NEREDEN VE NASIL GELİNDİ?

Taşkent’in tarihçesine başlamadan önce Türk ceddi hakkında bazı açıklamalar yapalım.Yadigar Han Oğlu Ebul Gazi Bahadır Han’ın (1605-1665) Şecere-i Türk adlı eserinden bölümler sunalım:

İlk insan Ademdir. Bin yıl yaşadı. Sağlığında zürriyetinden kırk bin kişi gördü. Ölümünde yerine oğlu Şit’i bıraktı. Şit Peygamber oldı Dokuzyüz oniki yıl yaşadı. O da ölürken Anuş’u bıraktı. Anuş dokuz yüz on iki yıl yaşadı. Torunu Mehlail zamanında Adem Oğulları çoğaldılar. Babil ülkesinde Süs ismiyle bir şehir kurdu. Üstü örtülü evler ve etrafında köyler yaptırdı. Ondan evvel ev yok idi. insanlar mağaralarda dağlarda ve ormanlarda otururlardı. Dokuz yüz altmış yıl yaşadı öldü.

Süryani dilinde Aknuh olan oğluna Araplar İdris dediler. Tanrı onu halka Peygamber yaptı. Seksen iki yıl peygamberlik edip halka doğru yolu gösterdi. Nihayet Tanrının emriyle Ezrail onu kanadının üzerine koyup Cennete götürdü, İdris’ten sonra oğlu Matoşalah yerine geçti. Adaletle hüküm sürdü. Ölürken yerine oğlu Nuh’u bıraktı. Nuh ikiyüz elli yaşında peygamber oldu. Yedi yüz yıl halkı hak dinine sevk etti. Bu kadar zaman içinde erkek, kadın ancak seksen kişi iman etti. Nuh’ da kızıp beddua etti. Cebrail Aleyhisselam gelip dedi ki:

Tanrı Teala duanı kabul etti, bütün yer yüzü suya boğulacak. Sen bir gemi yap iman ehlini oraya topla.

Gerçekten de yerden su çıktı tufan yağmurları yağdı. Nuh bütün hayvanlardan birer çift aldı, seksen kişi ile gemiye bindi. Diğer canlı mahlukların hepsi boğuldu. Ondan sonra Tanrının iradesiyle su çekildi. Gemi Musul yakınlarında Cudi Dağının üstüne oturdu. Altı ay on gün gemide kalmışlardı. Hepsi hastalan- dılar, Nuh ile karısı, üç oğlu üç gelini iyi oldular. Öbürleri öldü. Nuh her oğlunu bir yere gönderdi. Ham adlı oğlunu Hind yurduna, Sam adlı oğlunu İran’a, Yafes adlı oğlunu ; Kuzey Kutbu tarafına gönderdi. Yafes babasının emri ile Cudi dağın-dan gidip îdil (Volga) ve Yayık (Ural) suları yakınlarına varıp iki yüz elli yıl oralarda oturdu. Sonra öldü. Sekiz oğlu vardı nesil çoğaldıkça çoğaldı. Oğullarının adları şuydu: Türk, Hazar, Saklab, İrus, Mink, Cin, Kimar ve Tarih. Yafes ölürken büyük oğlu Türk’ü yerine koyup diğer oğullarına Türk’ü kendinize hakan bilip onun sözünden çıkmayınız dedi. Türk pek bilgili, akıllı, hak tanır idi. Babasının ölümünden sonra bütün yurdu dolaşıp pek beğendiği Isıl göl çevresine yerleşti.

Çadırı ilk önce yapan hakan budur.

Türk’ün yerine oğlu (Tuzu bulan) Totok Han oldu. Yerine onun oğlu İlcehan, İlcehan yerine Bakoy Han oldu. Onu da Kuyuk Han takip etti. Kuyuk’dan sonra Alınca Han Başbuğ oldu. Alınca Hanın iki oğlu vardı, ikiz doğmuşlardı. Büyüğünün adı Tatar, küçüğünün adı Moğol idi.

Türkler uzun zaman huzur içinde yaşadılar. Bayduk ve oğlu Sevinç Han zamanında Moğollarla Tatarlar savaştılar çok kan dökülüp düşman oldular. Savaşın kanım Amuderya suyu bile temizleyemedi. yemedi. Moğolun aslı Mongoldur. Mong = Türkçede kaygu, Arapçada endişe, vehim anlamına gelir. 0l = ise bildiğimiz olmak fiilinden emirdir. Böylelikle Mongol Kaygusuz anlamınadır. Halk dilinde Moğol haline gelmiştir. İlk Hanın adı Mogul Handır. Mogul Hanın oğlu olmuş, adı sorulduğunda Oğuz olduğunu. Çocuk kendi diliyle doğduğu zaman olağanüstü bir durumla söylemiştir. Demekki Mogol = Mongal. Bu günkü Oğuz Türk boylarının esas temelidir.

Bilindiği gibi Tarihçilerimiz Oğuz Han’a Mete de derler. Mete de Hunların (Oğuzların) Hakanı olmuştu.

Tarihten nesli kaybolmayan ve Tarihe her devirde altın satırlar; yazan Türkler bir bayrak altında toplanabilmişlerdir.

Oğuz Han’ın destanlarında nasıl evlendiğini kimlerle ve kaç defa evlendiği bilinmektedir. 116 yıl Hakanlık eden Oğuz Han son zamanlarında oğullarını Doğuya ve Batıya göndermişti. Oğuz Han’a büyük oğulları altın yay, küçük oğlanları da altın ok getirmişlerdi. Yay getirenlere BOZOKLAR, Ok getirenlere de ÜÇOKLAR densin dedi. Bu gün dünyaya Tarihi göçlerle dağılan Türk boyu Oğuzun bu altı oğullarının nesilleridir ki bu boylara halen aynı adla çeşitli yerlerde rastlanır. Bunlar Bozoklar ve Üçoklardaki Oğuz Han’ın oğulları ve torunlarının adlarıdır ve aynı boy adlarım alırlar.

BOZOKLAR :

1 – Gün Han ve çocukları
(Bayat, Alka, Kalır, Ula)
2 – Ay Han ve çocukları
(Yazır, Yabır, Dudurga, Döğer)
3 – Yıldız Han ve çocukları
(Avşar, Kınık, Beydili, Karkın)

ÜÇOKLAR:

1 – Gök Han ve oğulları
(Bayındır, Bacun, Çavuldar, Çepni)
2 – Dağ Han ve oğulları
(Salur, İmer, Alayunt, örger)
3 – Deniz Han ve oğulları
(Eğdir, Boydur, Avar, Kanık)

Bu ayrılmalar İlhan’ın oğulları Kıyan ve Nököz’le daha belirgin ve kesin olarak ayrılmıştır. Buna rağmen her boy kendi Irk = Uruk = Orak’larına sadıktırlar. Halife Ömer zamanında Türk Anavatanına gelen Arap Bilginlerine Türkler, soy soba verdikleri önemi anlatmak için onlara «Hangi Oraktansın’ki böyle yüce laf edersin» demişlerdir.

Bu yakın Arap-Türk münasebeti devam ederken, Türkler ilk defa Cengiz’in torununun torunu Gazan Han zamanında Müslüman olmaya başladılar.

Gazan Han, zamanının bilgini Hoca Reşid’e bir ödev verdi. O da zamanının en yaşlısı Aksal Bahadıra müracaat ederek ondan evveliyatı olan Türk şeceresini çıkardılar. (Hicri 702-1031) esere CAMÎ-ÜT TAVARÎH = Tarihler Derleyicisi dendi.

Eserde aynen şöyle denilmektedir: «Peygamberimiz Miraç’ ta, Cebrail’e sordu:

Yeryüzünde Beyaz atlılar görüyorum. Bunlar’ hangi millettir?

Cebrail cevaben:

Bunlar, Allah’ın süvarileri olan Türklerdir, dedi. Hz. Peygamberimize bu ilhamlı konuşmayı ettiren ne idi? Buhara’nın yanında Kureyş köyü ve oymağı vardır. Tarihin çok, çok eski devirlerinde Ana Yurttan göçler, Arap yarımadasına de erişmişti.

Ebul Gazi bundan sonraki boyları şöyle özetler:

Kanlıklar: Oğuz Han oğulları Türkmen boylarına ayrılmışlardı. Bunlardan büyük bir kol Kanlıklardır. Bunların daha sonraki soyları Harzemşahlar Devleti olarak görülürler.

Karlıklar: Moğolistan’ın yüksek dağlarında yaşayan Türkmenlerdir.

Uygurlar: Uygur demek yapışan, birleşen demektir. Yüz yirmi oymaktan meydana gelmişlerdir. Hakanları, halka can veren manasına İdi-Kut’dur.

Kırgızlar: Oğuz Hanın Kırgız adlı oğlunun adım almışlardır. Hanlarına İnal denirdi.

Tatarlar: İlk defa yetmiş bin aile idiler. Bir çok uyruklara ayrılıp çoğaldılar. Özbekler bunlardandır.

Oynatlar: Hekimliği icat eden Uruk’tur. Hakanları Kotaka Bağ’dır.

Naymanlar: Pamir ve Kara-Kurum asıl yurtlarıdır, Çin Şeddi bunlar zamanında yapıldı.

Moğol-Oğuz soyundan Ergenakon da türeyen İnis ve Negüz’dür. Bunlardan türeyen ve dünyaya yayılan Moğollar, Merkitler, Kongartlar, Karanotlar, Korlaslar, Konkomarlar, Kilkitler, Baydaylar, Kışlıklar, Çüveyratlar, Babaotlar, Celayirler, Akkoyunlar, Karakoyunlar, îldorkitler, Eratlar ve Aralotlardır.

Türkler ayrı kabileler halinde ve ayrı devletler olarak yaşıyorlardı. Bunlardan bazıları imparatorluk halinde büyümüşlerdi. Türkleri ilk defa imparatorluk halinde birleştiren Hun’lar olmuşlardır. (Büyük Hun – Oğuz Han – Mete Han imparatorluğu) Mete, Büyük Hun İmparatorluğunu dünyanın en geniş devleti haline getirdi. Mete’nin zamanında imparatorluk 18 milyon kilometre kareyi buluyordu. Oğuz Destanı olarak bilinen Türk Destanının Mete için yazıldığı sanılır. Büyük Hun imparatorluğu (M.S. 50) yılında parçalandı. Bir kısmı başka devletlerin hakimiyetine girerken (Kuzey Hun Devleti) M.S. 216’da son buldu. Bir kısmı da batıya göç etti. Türlü adlarla anılan Türk Devletleri kurdular. En ünlüsü Göktürk ve Batı Hun Türk Devletleridir. Batı Hunlar Macaristan’a yerleştiler. Batı Hunlar’ın en önemli hükümdarları Atilla’dır. Atilla Bizanslıları ve Batı Romalıları yendi. Roma İmparatorluğunu ortadan kaldırmak için birçok seferler yaptı. Bugünkü Macaristan’da Batı Hun Devletini kurdu. Bunun nedeni olarak da Macaristan’da hala Türk etkenlikleri mevcuttur.

Hun imparatorluğu parçalandıktan sonra bir kısım halk Altay ve Tanrı Dağları arasına yerleştiler, ilk zamanlar buralara hakim olan Cücenlerin egemenliği altında yaşarken Bumin Han emrinde toplanıp bu kavmin hakimiyetinden kurtuldular. (M.S. 552) Bu devlete tarihte Göktürk Devleti denir. Göktürk Devleti doğrudan doğruya Türk adıyla kurulan ilk Türk devletidir. Çinliler bunlara dillerinde -R- harfi olmadığından TUKYU derlerdi. Göktürk imparatorluğu 581’de ikiye ayrıldı. Batı Göktürkler Bumin Han’ın kardeşi İstemi ölünce 742’de ortadan kalktı. Daha önce 630 yılında Çinlilerin eline geçen Doğu Göktürkleri ülkelerinden Çinlileri kovarak 682’de Kutluk Devletini kurdular. Kurucusu devlete adım veren Kutluk Han’dır. Önemli hükümdarları Bilge ve Kültiğin Han’dır. Bu devlet M.S. 745’de Uygurlar tarafından yıkıldı.

Uygur devleti 745’de kuruldu. Uygur Devleti de Cengiz Han tarafından 1212’de ortadan kaldırıldı. Batı Uygurlar – Karahanlılar (940-1040) arasında yaşadılar. Karahanların büyük hakanı Saltuk Buğra Han zamanında bütün imparatorluk Şaman Dini’ni bırakıp Müslüman oldular.

Büyük Selçuklu İmparatorluğunun kurucusu Selçuk Bey’dir. Asıl imparatorluk haline getiren Tuğrul Bey’dir. Tuğrul Bey Dandanekan meydan savaşında gene bir Türk Devleti olan Gaznelileri ve Karahanlıları yendi. Sınırlarını çok genişletti. 1071’de Alpaslan Bizanslılara kargı Malazgirt Meydan Savaşım kazandı. Böylece Türklere Anadolu’nun kapıları açıldı.Alpaslan’ın oğlu Melikşah, 1077’de Kutalmış Oğlu Süleyman Şah’ı Anadolu Türklerine sultan tayin etti. Anadolu Selçukluları bu beylikten doğdu.

KUTALMIŞ ve TÜRKMENLER
(Prof. J. Markuart, W. Barthold, L. Rasonyi ve P. Pelliot’a göre) Gazneliler zamanında dağınık halde göçebe olarak yaşayan Türklere Türkmen denmekteydi. Onları Gaznelilere karşı birleşip ayrı bir devlet kurmaya çalışan Arslan Beydi. Arslan Bey Gazneli Mahmut’un oyununa gelip, Kalıncar Kalesine haps- edilmesi ve orada öldürülmesiyle Horosan’da bulunan ve zaten başsız olan Türkmenler oraya buraya dağıldılar. Horasan’da Mikail Oğullarının bunu önleyememesi ve bir araya toplayamaması sonucu olarak, Gazne beylerinin Sultan Mahmut’a müracaatiyle dörtbin hane kadarı, uzak tehlikeyi sezen Gaznelilerin Tuş valisi Arslan Gazib’in itirazlarına rağmen Nesa, Baverd ve havalelerine yerleştirdiler Arslan Beyin hapis olmasıyla sultanlık, Tuğrul ve Çağrı Beyler tarafından; Mikail nesline intikal etmiştir

Gazneliler karşısında kötü durumları olan Tuğrul ve Çağrı Beyler kendilerine daha emin yerler bulabilmek amacıyla bir keşif seyri yapmaya karar verdiler. Çağrı Bey ağabeyinin isteği ile yukarıda bahsedilen Türkmenlerden kurulu 3000 kişilik bir süvari ordusu ile Anadolu’ya doğru akma çıktı. Zaten Bizans sınırları onlarca malumdu. Çünkü daha 964-966 yıllarında Horosan’dan Ermeniye Bölgesine gaza için gelmişlerdi Çağrı Bey 1018’de Irak Türkmenleriyle Van Gölü etrafında Ermeni Vaspuragan topraklarına girdi. Karşısına çıkan kuvvetleri kırdı. Bu kuvvetlere halen Anadolu’da muhkim halde bulunan Türkmen kuvvetleri de katıldılar. Böylece batıdan gelecek bir tehlikeyi ortadan kaldırmış olacaklardı. Daha kuzeye de çıkıp Ermeni Ani krallığının Bıncı kalesi kumandanı Vaşak Pahlavuni’yi öldürerek yendi. Ermeni Kralının ölüm kitabesi 1029’dur. Bunun üzerine Doğu Anadolu’da bulunan bütün Ermeniler, Vaspuragan kralı Senekherim idaresinde Orta Anadolu’ya kadar gittiler. Bu gidişi Türkmen süvarileri takip etti. Çağrı Bey de Türkmenleri Anadolu’da bırakarak Tuğrul Bey’in çağrısı üzerine Cent şehrine döndü.

Çağrı Bey’in Anadolu seferinde 946-966 Türkmenleri ile yeni Türkmen kolları da Anadolu’da çeşitli sarp yerlerde yerleştiler. Türkmenler arasında adları sevilerek yayılan Tuğrul ve Çağrı Beyler, 1040’da Gaznelileri yenince, Anadolu’daki Anadolu Türkmenleri de kendilerine bir kurtarıcı bulmuşlardı. Orta Anadolu’ya kadar gelen Türkmen göçleri her zaman kuşku içindeydiler. Çünkü Düşman topraklarında yalnız idiler. Tuğrul Bey’in veziri Amid’ül Mülk’ül Kündüri’nin Bağdat’a kadar fethi ve Anadolu’yu fetih için Kutalmışın gönderilmesi ve akınların sıklaşması, Anadolu’da bulunan Türkmenleri nefeslendiren olaylar oldu. Anadolu’daki Türkmenler bundan yararlanıp bir kolu da Mut, Karaman, Ermenek havalelerine kadar Klikya Bölgesin! Ermenilerden alıp, Akseki’ye kadar gittiler.

Klikya Bölgesine gelen Türkmenlerin bir kolu da Afşar Boyundandır. Bu boy Türkmenlerin başkanları Piri Mehmet’tir. Piri Mehmet’in oğullarından Karaman Bey Karaman’da, Oğuz Bey de Taşkent yöresine gelip yerleşmişlerdir. Afşar boyu Türkmenlerindendir. Bu hususta Harp Okulu Siyasî Tarih Öğretmeni Tahsin Ünal; Karamanoğulları Tarihinin I. fasikülü 20-25. sayfasında şöyle anlatır: «Yöreye (Klikya) yerleşen Türkmenler, Afşar boyundandır. Aynı boydan yörükler ise, İshaklı, İmamlı, Bahşiş ve Keşşeflidir.»

Oğuz Bey, kardeşi Karaman Han’dan ayrılıp Taşkent’e adı ile maruf Oğuzeli’ne yerleşmiştir. Piri Bey oymağından Oğuz Bey ile beraber gelen (1031-1035) bugünkü sülale adları şunlardır:

1 – KURRALAR (Bekir Efendi Oğulları)
2 – MEHMET EFENDİLER
3 – HACIVELLER
4 – ŞIHOCAGÎL
6 – MUSTAFALAR (Hacı ibrahim Oğulları)
7 – TOMBULLAR

Ana koldan kopmuş atalarımız, düşmanlarından korunmak amacıyla sırtlarını sarp dağa ve kayaya vermiş, kuşkulu ve yardım beklemektedirler. Kışı Oğuzeli’nde geçiren atalarımız bugünkü Sazak mevkiinde Katran Boğazı mevkiine kadar, aile aile dağılıp dikkat çekmekten kaçınmışlardır. Böyle göçebe ve kuşkulu hayat, Anadolu’yu baştan başa fetheden ve Bizans’ı tehdit eden Kutalmış’la feraha kavuşacak, 1071’de, Malazgirt Zaferiyle kök atacaktır.

Oğuzeli: Halk dilimizde AVUZELİ olarak söylenmektedir.

Atalarımız ana yurttan göç ederek geldikleri bu yeni yurtlarım hiç de yadırgamadılar. Çünkü M.Ö. ki büyük göçlerden Mezepotamya’da kurulan Türk Devletleri gibi Anadolu’da da atalarımızın izine rastlamışlardır. M.Ö. Etilerin hüküm sürdüğü, Lidya ve Firigya gibi devletlerin tarihî zenginlikleriyle dolu olan yeni yurtlarını bir ata yadigarını alırcasına Klikya Ermenilerinden, Bizans Rumlarından cebren almışlardır (1031-1035).

Orta Asya’da hüküm süren Selçuklu imparatorluğu parçalandıktan sonra çeşitli beylikler ve ayrı ayrı devletler ortaya çıkmıştır. Bu sıralarda Orta Asya’yı, İran, Suriye ve Irak’ı istila eden bir İmparatorluk meydana çıkar. Cengiz Han – Moğol imparatorluğu. Bu imparatorlukla iyi geçinmesini bilen Anadolu Selçukluları istilaya uğramamıştır. Bunun sonucu olarak da İran’dan, Suriye ve Irak’dan göçmen Türkmenler Anadolu’ya sığınmışlardır. Bu sığınmada Klikya Bölgesine gelip yerleşenler de oldu. Ancak, bunları kovalayan bir Moğol Kavmi de buralara kadar geldi. Bu kabileler daha önce gelmiş olan Piri Reis oymağı ile ok atarak savaşmak zorunluluğu duydular. Kısa bir zamanda hepsinin aynı oymak Türk olduğu anlaşılıp Moğollara karşı birleştiler. Böylece daha kuvvetli ve daha da çoğaldılar. Yeni gelenlere Piri Şemsi Bey başkanlık ediyordu. Çünkü onlar da Afşar Boyu Türkmenlerindendir. Bu hususta da Ahmet Refik, Anadolu Türkmenleri adlı eserinin I. fasikülü 129. sayfasında şöyle anlatır: Afşar boylarına hanlık edenlerin hepsine Piri adı verilirdi. Moğollarla ilişkisi olan Afşarlar, 1051-1220 yıllarında Orta Asya’dan çıkmışlar, Suriye üzerinden gelip, Mut, Silifke, Ermenek ve Karaman havalelerine yerleşmişlerdir.

Bu saydığımız yerlerden ancak bizim yöremizde bu soy Türkmenler görüldüğünden kesinlikle bizim atalarımızdır. Demek oluyor ki 1031-1035’de gelen ilk atalarımızdan elli sene kadar bir zaman sonra :

Şemsi Bey, oymağıyla gelmiştir. Piri Şemsi Bey oymağında bulunan günkü sülale adı olarak da devam eden nesiller de şunlardır:

l- FAKILAR
2- HACIHALIMELER
3- EMİNLER
4- DAVUTLAR (Kazancılar)
5- HACILAR
6- ÇELİKLER

Ayrı zamanlarda gelen atalarımız Moğollarla birleşmiş, Şadılar, Kuzyaka, Sağırarönü ve Müderris mevkilerine taşınmış göçebe olarak yaşamaya devam etmişlerdir. Kışın buraları, yazın da yaylaları yurt edinmişler. Bir yandan da Moğollarla da iyi anlaşmışlar. Çünkü Klikya Bölgesi dediğimiz bu yerler hala Ermenilerin elindeydi. Onlara karşı birleşmek zorunluluğu duydular. Şah Bucağı mevkiine geçip oraya yerleştiler. Hatta hanlarına bir de saray yaptılar. Ondan dolayı da oraya o gün bugün Şah Bucağı denir. Türk-Moğal karışımı zamanla ayırım yapılmamış, akrabalık, komşuluk, kız alıp vermekle hısımlık kurulmuş, birbirleriyle iyi münasebette bulunulmuştur. Böylece 1150 yılma kadar yaşamışlardır. Sürüleri ye nüfusları bir hayli kalabalıklaşmıştı. Sürülerine oymaktan birisi çoban olmuştu. Çevredeki meralar otlatmaya hayli elverişliydi. Su da böldü ve çevrenin ormanlık olması nedeniyle çok hoşlanan serin ve çam kokulu havası da vardı. Ne var ki çevrenin ormanları Frigya ve Lidyalılar zamanında gemi için birtakım tahrip görmüştü. Atalarımızın geldiği sırada en çok Hisar (ASAR) mevkilerinde ve ERENLERDE orman vardı. Çoban sürüleri otlatırken ormanın otluğundan, su kenarlarındaki çimenlerden de yararlanılıyordu. Bugünkü Kuzan Mahallesi ta-rafının o zamanki ormanlık sahası çobanın en çok girdiği ormanlıktı. Bir keçinin her gün dehliz bir yoldan gidip sakalı ıslak olarak çıkması çobanın dikkatini çeker. Keçiyi takibinde güzel bir suyu keşfeder. Akşam oymağında durumu izah eder. Ertesi günü bir grup keşfe çıkar. Bugünkü Ballar Çeşmesi suyunun gözü keşfedilir. Atalarımız karar verirler: Yayla, bağ göç etmekten yorulduk. Yeni keşfettiğimiz suyun etrafına toplanalım, evler yapalım, dirlik düzenlik kurup bir arada yasayalım. derler ve başlarlar evler yapmaya. Orman açılır, evlerde keresteleri kullanılır. Bugün bile evlerimizin içinde kökü yerde kalmış ağaçlar vardır. Böylece atalarımız bir köy haline gelmişlerdir (1150).

Köy kurulmuş, Piri Bey oymağım toplamıştı.

Gardaşlarım… Yeni bir yurt edindik, evler yapıp köy kurduk. Bu yurdumuzun da bir adı olmalı. Kendimizi bir bütün olarak köyümüzle tanıtmalıyız.

Onun bu sözleri oymağı tarafından coşkunlukla karşılandı. Oymadın en yaşlısı olan Mustafaların atası Hacı İbrahim Efendiden bir ad istediler. O da:

Yeni yurdumuzda bizi huzura kavuşturan çalışkan Pirimizin evladı olmadığından, yerini kabul ederse bu köyün adım ve tüm köyü evlat ederek köyümüze Onun adım verelim. Adı Piri Kondu olsun. Köy adı coşkunlukla kabul edildi.

Hayvancılığın yanında bez ve kilim tezgahları da kurmuş, geçinip gidiyorlardı ki Klikya Bölgesi Ermenilerinin saldırılarına uğradılar. Aynı soydan gelen öteki Türkmen kolu da Akseki taraflarına yerleşmişti. Ermeni saldırılarına karşı birleştiler. Bu hususta İslam Ansiklopedisi 10. cilt 381.sayfasında Klikyanın fethi 1185 başlıklı yazıda: Bizans kapılarına dayanan ve Anadolu’da kuvvetli bir kök sahibi olan Selçuklular, Bizanslılardan vergi alıyorlardı. Aynı yıl Klikya Bölgesi Türkmenleri Ermeni Krallığım tamamen istila ettiler. Bu fethi II. Kılıç Arslan adına yaptılar. Klikya Bölgesinin Türkmenleri, Suriye üzerinden geldiği anlatılır.

Çevrenin tamamen düşmanlardan annması sonucu atalarımız, ticaret hayatına başladılar. Sürüleriyle uğraşıp tezgahlarım çalıştırdılar. Zaman zaman da Anadolunun siyasî akımlarına ayak uydurdular. Selçuklu imparatorluğu parçalanınca Anadolu’da Anadolu Selçuklu imparatorluğu kuruldu. Böylece Piri Kondu Anadolu’da Anadolu Selçuklularının bir köyü olarak hizmetini sürdürdü.

Piri Kondu’da yıllar yılları kovaladı ve büyüyen köye, ihtiyaç hale gelen bir mescit yapılması kararlaş- tırıldı. Bekir Efendi ve Hacı İbrahim adlarındaki zatlar köye önderlik ederek mescidi bir yazda tamam- ladılar. Halkın en yaşlısı olan Hacı ibrahim’e de imamlık görevi verdiler. Demek oluyor ki Kuzan Camii olarak tanınan ibadethane, şitli araştırmalar ve eskiden yapılmış süslemeleri ile Büyük Selçuklar zamanında yapılmış olduğu anlaşılmaktadır (Tahminî olarak 1100-1150).

Anadolu’da Selçuklu Hanedanı Arslan Yabgu, Resul Tiğin ve Kutalmış’la başlamıştı. Ayrıca bir devlet olarak kurulduktan sonra Türkün özelliği yine kendini gösterir: Sınırlarım genişletip, hükmetmek, işte bu idare Alaeddin Keykubat zamanında en sağlam ve en parlak devrini yaşar. Parlaklığın süslediği zaferlerden önemlileri: Moğollarla iyi geçinip, doğuyu güvenliğe alması ve Antalya’yı fethetmesidir. Yöremizle ilgili olan Antalya fetihidir. Çünkü Antalya fetihinde Piri Kondu yolu güzergahıdır. Bu hususta M. Ali Kemaloğlu’nun Alanya Tarihi eserinin 61. sayfasında aynen şöyle anlatılır: Bizzat hükümdarın kumar ettiği Türk Ordusu, en kısa yol olan Konya-Çumra-Dinek-Belviran-Hadim ve Pirlevkanda yoluyla Kalonoros’a (Antalya) inmiştir. Bu zaferin dönüşünde soğuk suyundan testisini dolduran kızın çeşmesine yaklaşır Çeşmeden su içer ve kıza sorar:

– Kızım köyünüz nerededir ?
– (Asar Belini göstererek) Şu tepenin arkasındadır Sultanım.
– Söyle köylülerine, sultanım bu çeşmenin yapılmasını istiyor. Diyerek yoluna devam eder. Bunun üzerine o suyun bulunduğu mevkiye çeşme yapılır. Çam ağacından oyularak yapılmış su içme kabı (şapşak olarak bilinen) da konur. Çeşmenin yapılmasına vesile olan Alaeddin’e izafeten Sultan Çeşmesi denir. Çeşmenin adı hala Sultan Çeşmesi olup soğuk suyuyla meşhurdur.

Sultanın suyunu beğenip, çeşme yapılmasını emreden Alaeddin bu küçük köyün kimliğim sorduğunda (coğrafî bölümünde yeri anlatılırken yazdığımız gibi) Aladağlı EIhaç Mustafa vakfı olduğunu öğrenir. Bundan sonra büyük bir kasaba olarak çevremizi Piri Kondu’ya tapuladı.

Yıllar yılları kovalıyor, köy genişliyor ve ahalisi çoğalıyordu. Halk çeşitli yerlerde ticarete başladı. Nesiller değişiyor, nesillerle birlikte köyün adı da Piri Kondu – Pirilkondu – Pirlevkanda ve Pirlonda olarak değişiyordu. Evliya Çelebi Seyahat- namesinin 9. cilt, 290. sayfasında Kariye-i Kondu olarak ve sahrasında bir Türkmen köyüdür. Diyor.

Bu arada efsane olarak bilinip anlatılan bir gerçeği anlatalım:

Konya Eski Eserler Müzesi Müdürlüğünden alınmış, 1203 te yayınlanmış, zamanının resmî gazetesi şeklinde olan MECMUATÜL TEVARÎ-ÜL MEVLEVIYE adlı mecmuanın 110. sayfasından alınmıştır.

«Keramet-i Dar Karyeri Pirler-Konda» bu paragrafta beyan ediliyor. Hz. Mevlana Hadim civarına birkaç günlük istirahat ve teferrüç için gittiklerinde (Hicrî 668 ki Hz. Mevlana 64 yaşında iken) O karyeden geçerken çamaşır yıkayan kadınlara tesadüf ediyor. 0l -o- kadınlardan su istediğinde bir tas su verilir. Suyun içine çam çöpü koyulur. Bunu niçin yaptığını suyu veren kıza sorduğu zaman:

– Efendim terlisiniz. Soğuk su zarar verir diye attım dedi. Hz. Mevlana:

– Adım bağışla kızım der.

– Adım bağışlandı efendim diyerek kız cevap verir. Bunun üzerine Hz. Mevlana:

– Bir arzunuz var mı? diye sordu. Dokuma bezlerinden LONCA (zamanın esnaf vergisi) mühürü basılıp, damga vergisi alınıyordu. Bez damgalayan memurların güçlük çıkardıklarından yakındılar. Canlarının yangın olması hasebiyle Hz. Mevlana bu iş zımnında tahsilat talebinde bulundular. Hz. Mezlana Tac-ül Vezir Süleyman Muiniddin Pervaneye bir kağıt yazıyor, bütün vergilerden muaf tutulması için «ÇAMINIZ KURUMASIN, KARINIZ FARIMASIN, SUYUNUZ ILIMASIN VE BEZÎNÎZDEN DAMGA AKÇASI ALINMASIN» dediler. Bunu Pervaneye verdiler. O da cemî Tekaküften muaf tuttular.

Alaeddin Keykubat’tan sonra parlak devrini kaybeden Anadolu Selçukluları, Moğolların baskınına maruz kalır. Moğollar İran’ı alıp Anadolu sınırlarına yaklaştıkları sırada Anadolu Selçuklularının basında II. Gıyaseddin Keyhüsrev bulunuyordu. Bu babası Alaeddin Keykubat gibi değerli bir adam değildi. Sadettin Köpek adında bir emirin etkisinde kalarak bazı Türk beylerini öldürtmüş, bazılarını da gücendirerek yalnız kalmıştır. Aynı zamanda Baba İshak adında bir Türkmenin ayaklanmasını da zor bastırabilmiştir. Böyle bir zamanda Baycu komutasındaki Moğol ordusu İran üzerinden Anadolu’ya girdi. Zaten Orta Asya’da ve Maveraun Nehir’de bulunan Türklere binbir türlü eziyet yapıp, taş taş üstünde bulunmayacak şekilde yakmışlar ve yıkmışlardı.

Anadoluya giren Baycu, Erzurum’u ele geçirdi. II. Gıyasettin Keyhüsrev kendi ordusundan başka Eyyubilerden yardım istemiştir. Buna rağmen Baycu’ya 1243 yılında Kösedağ Muharebesinde yenilmiştir. Vergi vermek suretiyle anlaşmaya varılmıştır. Varlığı ve yokluğu farksız oluşundan sonra Sultan II. Mesud’un da ikiyüzbin kişiyi Moğollara öldürtmesinden sonra 1308 yılında Anadolu Selçukluları yıkılmıştır.

Bundan sonra Anadolu’da birtakım Türk beylikleri kurulur. Bunlar: İçel-Ermenek ve Konya’da Karaman Oğulları, Kütahya’da Germiyan Oğulları, Birgi-Tire-İzmir ve Aydın’da Aydın Oğulları, Manisa ve Menemen’de Saruhan Oğulları, Balıkesir ve Bergama’da Karesi Oğulları, Kastamonu ve Sinop’ta Candar Oğulları, Eğridir-Isparta ye Antalya’da Hamit Oğulları, Milas ve yörelerinde Menteşe Oğulları, Söğüt ve çevresinde Osman Oğulları.

Pirlonda beylikler zamanında Karaman Oğullarına bağlı yaşadı Fatih Sultan Mehmet’in 1487’de Karamanı alıncaya dek. Bu tarihten sonra da Osmanlı İmparatorluğuna bağlı olarak kalındı. Ancak Pirlonda Karaman Oğullarına bağlı kaldığı sırada tarihî bir geçit daha vermiştir: Karaman Oğlu ile Antalya Beyi Hamit Oğlu sınır anlasmazlığına düşerler, mütareke ile karar verilir ki her iki bey şafakla yola çıkacak, karşılaştıkları yeri sınır yapacaklardı. Efsane olarak anlatıldığına göre Karaman Beyi horozuna kara biber yedirip erken ötmesini, böylece şafak denilen vaktin erken gelmesin! sağlar. Horoz ötümü ile çıkılacağı kararlaştırıldığından her bey karşı tarafa birer adamlarım gönderirler. Bu adamların sayesinde erken yola çıkma değil de horozun ötmesi şart oluyordu. Karaman Beyinin kurnazlığıyla ve horozunun erken ötmesiyle Konya’dan yola çıkıp Hamit Oğullarından daha çok yol alırlar. Bu yol güzergahı daha önce bilinen Alaeddin Keykubat’ın Antalya seferi yoludur. Böylece Pirlondadan geçen bey, Hamit Oğlu ile bugün bile adı ile maruf BEYLERİN TOPRAK YIĞDIĞI YER’e varırlar. Burası Pirlondanın 27 km. güneyi, Ermenek tarafıdır. Anlaşma üzere adından da anlaşılacağından sınır olarak suni bir toprak yığını yaparlar.

Türk ve Müslüman alemini haçlılara karşı koruyan Selçuklulardan sonra Anado- lu’daki Türkler beylikler halinde parçalanmışlardı. Bunlardan yine Oğuzların Kayı Boyundan olan Türklere daha Selçuklular zamanında Ertuğrul Gazi zamanında Anadolu’ya Moğollardan kaçıp sığınmışlardı. Ertuğrul Beyden sonra babasının yerine geçen Osman Bey Selçuklular tarafından uç şehri olan Söğüt’e Bizanslılara karşı yerleştirilmişlerdi. Beylikler devri başlayınca, Söğüt çevresinde de Osman Bey para bastırıp hutbe okuttu, padişahlığını ilan etti (1299). Diğer beyliklere ve Bizanslılara karşı üstünlük sağlandı. Rumeliye geçildi. Kosavalar, Niğbolular, Varnalarda yeni yeni haçlılara karşı konuldu. Nihayet çıban başı olan Bizansı (İstanbul’u) 1453’de Fatih Sultan Mehmet ülkesine, Türklere kazandırdı. Böylece çağ açan Türk unvanım aldı. Bu zaferin yanında Uzun Hasan galibiyeti ile Anadolu birliğini sağlaması Türklüğün gücünü ortaya koydu. Anadolu birliğini sağlarken, beylikleri ülkesine katarken, Fatih’i en çok Karaman Oğulları uğraştırdı. Karaman Oğullarının Osmanlılara iltihakı ile Pirlonda da Osmanlılara iltihak etmiş oldu……

…. Bu siyasî tarihin akışı içinde Pirlando ilim, sanat ve tekniğine de yer verip ulemalar, erişkin hocalar, bilginler yetiştirmiştir. Nitekim bunların en büyüğü olan Uzun Şıh’ın efsanesini anlatalım: . Pirlando Kuzan Mahallesi tarafında bir köydür. Eminlerin Hatıplardan olan Uzun Şıh, bilgin ve Allah katında özel bir yeri olan insanlardandır. Halkımız böyle insanlara erişkin demektedir. Sabah namazını Mekke’de kılıp gelen adamlardan olup Yavuz Sultan Selim zamanında yaşamıştır.

Yavuz Sultan Selim Şah İsmail’e daha babası II. Beyazıt (Sofu Beyazıt) zama- nında kızıyordu. Çünkü Şii meshebini Anadolu’da el altından yayıyor, Doğu Anadolu’yu bende etmek istiyordu. Babasının yerine geçince zamanın en gözde beldesi olan Bağdat’ı almayı düşünüyordu. Bunun için önce doğudaki Şah ismail tehlikesini kaldırmağı gerekliydi. Bu amaçla ülkesine bir fermanla zamanının hocalarım çağırmak için haberciler gönderdi. Haberciler medreselerin bulunduğu yerlere uğruyorlardı. O zaman Pirlonda da medrese vardı. Uzun Şıh medrese tahsili görüp hocalık yapmaktaydı. Gelen haberciye «Sen git ben gelirim» der. Anasının yeni pişirdiği yufka ekmek ile uzun bir zaman aradan vakit geçmesine rağmen daha ekmek soğumadan haberciye yetişir, Ona taze yufka ikram eder. Böylece saraya varılır.

Yavuz Sultan Selim gerçek din ve fikir adamlarım, gerçek ulema kişileri anlamak için sarayın giriş kapışı eşiğinin altına Kur’an-ı Ke-rim’i koydurur. Ülkenin çeşitli yerlerinden gelen din adamları selam verip saraya dolarlar. Uzun Şıh ise gerçek ermişliğini gösterir. Kapının bekçileri «Buyur hocam» demelerine rağmen O saraya girmez. Askerler durumu padişaha bildirirler. Derhal dışarı fırlayan padişah Uzun Şıh’a:

Girsene!.. deyince. :

Kokusunu aldım. Emaneti eşiğin altından almazsanız giremem. Onu atlayamam, deyince padişah buna çok sevinir, îşte gerçek hoca diye düşünüp Kur’an’ı oradan aldırtır. Aradığım artık bulmuştu. Gelen hocalarla kısa bir sohbetten sonra onların dağılabileceğini fakat Uzun Şıh’ın kalmasını söyler.

Yalnız kaldıklarında:

Hocam ben Bağdat’a sefere çıkmak arzusundayım. Ne dersin?

– Padişahım, akşamın işini sabaha bırakma, diyerek Ona zaferini müjdeler. Bunun üzerine padişah hocaya teşekkür eder ve derhal ordusuna emir verir.l

Anadolu’yu baştan başa geçen ordu huzursuz olmaya başlar. Nereye gittiklerini bilmemektedirler. Yavuz’un çadırma ok bile atmışlardır Bunun üzerine Yavuz tarihî sözünü söyler: ;

– Er olan benimle gelsin, rahatlarını düşünenler karılarının yanma gitsin. Galeyana gelen ordu Yavuz’un peşine düşmeye mecbur olur. Şah ismail 1514’de Çaldıran’da ağır mağlubiyet alır. İran zaptedilip Şii tehlikesi kaldırılır. Daha sonra 1515-1516’da Irak üzerine döner. Tarihin gözde merkezi olan Bağdat bütün ihtişamıyla görünür. Ordusunun yorgun oluşunu düşünen ve vaktin geceye doğru oluğu istirahata mecbur etmişti. Çok yorgun olan Yavuz derhal otağında uyumuştu.

Diğer taraftan Osmanlı ordusunu gören Bağdatlılar, savunmaya hazırlanırlar. Kaleyi ellerinden geldiği kadar kapatırlar. Yavuz uykusunda bir tekme yediğini hissedip ve Uzun Şıh’ı rüyasında görüp irkilerek fırlar. Çünkü Uzun Şıh Onu tekmeleyip:

– Akşamın işini sabaha bırakma demedim mi ben sana demişti.

Yavuz derhal orduya emir verir. Ani baskın ve hücumla Bağdat alınır. 1517’de Ridaniye Savaşıyla Mısır’ı ve Arabistan Yarımadasmı da alan Yavuz ilahi dinin halifelik temsilciliğini, Peygamberimizin emanetleriyle teslim alır. Bu büyük zafer ve kazanç Türkler için ilelebet gidecek bir temsilciliğin basamağı olmuştur.

Anadolu’ya dönen Yavuz, Uzun Şıh’ı çağırtır.

– Hocam sayende çok şeyler kazandık dileğin ne ola?

– Sağolun Hünkarım, sağlığınız.

– Yok yok… Sana birşey vermeliyim. Ne dilersin?

– Padişahım köyüme bir camii yaptırın, başka bir dileğim yoktur. Bunun üzerine Yavuz Sultan Selim yeteri kadar akçenin Uzun Şıh’a verilmesin! emreder.

Uzun Şıh’ın evi Hatıpların evinin yerindeydi. O zaman bu ev Pirlonda’nın dışındaydı ve etrafı mezarlıktı. Cami için aldığı akçe ile Pirlondaya dönen Uzun Şıh bütün köylüyü toplayıp cami için bir yer seçerler. Halk arasında seçilen yere itirazlar olur:

– Hoca evinin yanına camiyi yapıyor.

– Hoca cami bize çok uzak, köyün dışına oluyor. Gibi… Bunun üzerine Uzun Şıh:

– Arkadaşlar, seçilen bu yer evet bugün köyün dışında kalıyor fakat zamanla camimiz köyümüzün tam ortasında kalacaktır.

Bununla ikna olan köylüler daha Yavuz’un sağlığında camiyi yaptılar. Caminin yapıldığını da Yavuz’a haber verdiler, işte bugün Büyük Cami adı ile bilinen camimiz Yavuz Sultan Selim tarafından, Uzun Şıh vesilesiyle yapılıyor. Resmi kayıtlarda da caminin adı Uzun Şıh Selimiye Camisidir.

Arap Hoca ile başlayan Pirlondanın manevi fikir zenginliği olan hayatı Uzun Şıh aşamasını geçtikten sonra Osmanlıların ıslahat hareketlerinde fikren hizmet eden sarayda yaşayan fikir ve huzur hocalanmıza kadar gelir.

1974′ te basılmış olan TAŞKENT’ İİN DOĞUŞU adlı kitabdan alınmıştır.

KUTALMIŞ ve TÜRKMENLER
(Prof. J. Markuart, W. Barthold, L. Rasonyi ve P. Pelliot’a göre) Gazneliler zamanında dağınık halde göçebe olarak yaşayan Türklere Türkmen denmekteydi. Onları Gaznelilere karşı birleşip ayrı bir devlet kurmaya çalışan Arslan Beydi. Arslan Bey Gazneli Mahmut’un oyununa gelip, Kalıncar Kalesine haps- edilmesi ve orada öldürülmesiyle Horosan’da bulunan ve zaten başsız olan Türkmenler oraya buraya dağıldılar. Horasan’da Mikail Oğullarının bunu önleyememesi ve bir araya toplayamaması sonucu olarak, Gazne beylerinin Sultan Mahmut’a müracaatiyle dörtbin hane kadarı, uzak tehlikeyi sezen Gaznelilerin Tuş valisi Arslan Gazib’in itirazlarına rağmen Nesa, Baverd ve havalelerine yerleştirdiler Arslan Beyin hapis olmasıyla sultanlık, Tuğrul ve Çağrı Beyler tarafından; Mikail nesline intikal etmiştir

Gazneliler karşısında kötü durumları olan Tuğrul ve Çağrı Beyler kendilerine daha emin yerler bulabilmek amacıyla bir keşif seyri yapmaya karar verdiler. Çağrı Bey ağabeyinin isteği ile yukarıda bahsedilen Türkmenlerden kurulu 3000 kişilik bir süvari ordusu ile Anadolu’ya doğru akma çıktı. Zaten Bizans sınırları onlarca malumdu. Çünkü daha 964-966 yıllarında Horosan’dan Ermeniye Bölgesine gaza için gelmişlerdi Çağrı Bey 1018’de Irak Türkmenleriyle Van Gölü etrafında Ermeni Vaspuragan topraklarına girdi. Karşısına çıkan kuvvetleri kırdı. Bu kuvvetlere halen Anadolu’da muhkim halde bulunan Türkmen kuvvetleri de katıldılar. Böylece batıdan gelecek bir tehlikeyi ortadan kaldırmış olacaklardı. Daha kuzeye de çıkıp Ermeni Ani krallığının Bıncı kalesi kumandanı Vaşak Pahlavuni’yi öldürerek yendi. Ermeni Kralının ölüm kitabesi 1029’dur. Bunun üzerine Doğu Anadolu’da bulunan bütün Ermeniler, Vaspuragan kralı Senekherim idaresinde Orta Anadolu’ya kadar gittiler. Bu gidişi Türkmen süvarileri takip etti. Çağrı Bey de Türkmenleri Anadolu’da bırakarak Tuğrul Bey’in çağrısı üzerine Cent şehrine döndü.

Çağrı Bey’in Anadolu seferinde 946-966 Türkmenleri ile yeni Türkmen kolları da Anadolu’da çeşitli sarp yerlerde yerleştiler. Türkmenler arasında adları sevilerek yayılan Tuğrul ve Çağrı Beyler, 1040’da Gaznelileri yenince, Anadolu’daki Anadolu Türkmenleri de kendilerine bir kurtarıcı bulmuşlardı. Orta Anadolu’ya kadar gelen Türkmen göçleri her zaman kuşku içindeydiler. Çünkü Düşman topraklarında yalnız idiler. Tuğrul Bey’in veziri Amid’ül Mülk’ül Kündüri’nin Bağdat’a kadar fethi ve Anadolu’yu fetih için Kutalmışın gönderilmesi ve akınların sıklaşması, Anadolu’da bulunan Türkmenleri nefeslendiren olaylar oldu. Anadolu’daki Türkmenler bundan yararlanıp bir kolu da Mut, Karaman, Ermenek havalelerine kadar Klikya Bölgesin! Ermenilerden alıp, Akseki’ye kadar gittiler.

Klikya Bölgesine gelen Türkmenlerin bir kolu da Afşar Boyundandır. Bu boy Türkmenlerin başkanları Piri Mehmet’tir. Piri Mehmet’in oğullarından Karaman Bey Karaman’da, Oğuz Bey de Taşkent yöresine gelip yerleşmişlerdir. Afşar boyu Türkmenlerindendir. Bu hususta Harp Okulu Siyasî Tarih Öğretmeni Tahsin Ünal; Karamanoğulları Tarihinin I. fasikülü 20-25. sayfasında şöyle anlatır: «Yöreye (Klikya) yerleşen Türkmenler, Afşar boyundandır. Aynı boydan yörükler ise, İshaklı, İmamlı, Bahşiş ve Keşşeflidir.»

Oğuz Bey, kardeşi Karaman Han’dan ayrılıp Taşkent’e adı ile maruf Oğuzeli’ne yerleşmiştir. Piri Bey oymağından Oğuz Bey ile beraber gelen (1031-1035) bugünkü sülale adları şunlardır:

1 – KURRALAR (Bekir Efendi Oğulları)
2 – MEHMET EFENDİLER
3 – HACIVELLER
4 – ŞIHOCAGÎL
6 – MUSTAFALAR (Hacı ibrahim Oğulları)
7 – TOMBULLAR

Ana koldan kopmuş atalarımız, düşmanlarından korunmak amacıyla sırtlarını sarp dağa ve kayaya vermiş, kuşkulu ve yardım beklemektedirler. Kışı Oğuzeli’nde geçiren atalarımız bugünkü Sazak mevkiinde Katran Boğazı mevkiine kadar, aile aile dağılıp dikkat çekmekten kaçınmışlardır. Böyle göçebe ve kuşkulu hayat, Anadolu’yu baştan başa fetheden ve Bizans’ı tehdit eden Kutalmış’la feraha kavuşacak, 1071’de, Malazgirt Zaferiyle kök atacaktır.

Oğuzeli: Halk dilimizde AVUZELİ olarak söylenmektedir.

Atalarımız ana yurttan göç ederek geldikleri bu yeni yurtlarım hiç de yadırgamadılar. Çünkü M.Ö. ki büyük göçlerden Mezepotamya’da kurulan Türk Devletleri gibi Anadolu’da da atalarımızın izine rastlamışlardır. M.Ö. Etilerin hüküm sürdüğü, Lidya ve Firigya gibi devletlerin tarihî zenginlikleriyle dolu olan yeni yurtlarını bir ata yadigarını alırcasına Klikya Ermenilerinden, Bizans Rumlarından cebren almışlardır (1031-1035).

Orta Asya’da hüküm süren Selçuklu imparatorluğu parçalandıktan sonra çeşitli beylikler ve ayrı ayrı devletler ortaya çıkmıştır. Bu sıralarda Orta Asya’yı, İran, Suriye ve Irak’ı istila eden bir İmparatorluk meydana çıkar. Cengiz Han – Moğol imparatorluğu. Bu imparatorlukla iyi geçinmesini bilen Anadolu Selçukluları istilaya uğramamıştır. Bunun sonucu olarak da İran’dan, Suriye ve Irak’dan göçmen Türkmenler Anadolu’ya sığınmışlardır. Bu sığınmada Klikya Bölgesine gelip yerleşenler de oldu. Ancak, bunları kovalayan bir Moğol Kavmi de buralara kadar geldi. Bu kabileler daha önce gelmiş olan Piri Reis oymağı ile ok atarak savaşmak zorunluluğu duydular. Kısa bir zamanda hepsinin aynı oymak Türk olduğu anlaşılıp Moğollara karşı birleştiler. Böylece daha kuvvetli ve daha da çoğaldılar. Yeni gelenlere Piri Şemsi Bey başkanlık ediyordu. Çünkü onlar da Afşar Boyu Türkmenlerindendir. Bu hususta da Ahmet Refik, Anadolu Türkmenleri adlı eserinin I. fasikülü 129. sayfasında şöyle anlatır: Afşar boylarına hanlık edenlerin hepsine Piri adı verilirdi. Moğollarla ilişkisi olan Afşarlar, 1051-1220 yıllarında Orta Asya’dan çıkmışlar, Suriye üzerinden gelip, Mut, Silifke, Ermenek ve Karaman havalelerine yerleşmişlerdir.

Bu saydığımız yerlerden ancak bizim yöremizde bu soy Türkmenler görüldüğünden kesinlikle bizim atalarımızdır. Demek oluyor ki 1031-1035’de gelen ilk atalarımızdan elli sene kadar bir zaman sonra :

Şemsi Bey, oymağıyla gelmiştir. Piri Şemsi Bey oymağında bulunan günkü sülale adı olarak da devam eden nesiller de şunlardır:

l- FAKILAR
2- HACIHALIMELER
3- EMİNLER
4- DAVUTLAR (Kazancılar)
5- HACILAR
6- ÇELİKLER

Ayrı zamanlarda gelen atalarımız Moğollarla birleşmiş, Şadılar, Kuzyaka, Sağırarönü ve Müderris mevkilerine taşınmış göçebe olarak yaşamaya devam etmişlerdir. Kışın buraları, yazın da yaylaları yurt edinmişler. Bir yandan da Moğollarla da iyi anlaşmışlar. Çünkü Klikya Bölgesi dediğimiz bu yerler hala Ermenilerin elindeydi. Onlara karşı birleşmek zorunluluğu duydular. Şah Bucağı mevkiine geçip oraya yerleştiler. Hatta hanlarına bir de saray yaptılar. Ondan dolayı da oraya o gün bugün Şah Bucağı denir. Türk-Moğal karışımı zamanla ayırım yapılmamış, akrabalık, komşuluk, kız alıp vermekle hısımlık kurulmuş, birbirleriyle iyi münasebette bulunulmuştur. Böylece 1150 yılma kadar yaşamışlardır. Sürüleri ye nüfusları bir hayli kalabalıklaşmıştı. Sürülerine oymaktan birisi çoban olmuştu. Çevredeki meralar otlatmaya hayli elverişliydi. Su da böldü ve çevrenin ormanlık olması nedeniyle çok hoşlanan serin ve çam kokulu havası da vardı. Ne var ki çevrenin ormanları Frigya ve Lidyalılar zamanında gemi için birtakım tahrip görmüştü. Atalarımızın geldiği sırada en çok Hisar (ASAR) mevkilerinde ve ERENLERDE orman vardı. Çoban sürüleri otlatırken ormanın otluğundan, su kenarlarındaki çimenlerden de yararlanılıyordu. Bugünkü Kuzan Mahallesi ta-rafının o zamanki ormanlık sahası çobanın en çok girdiği ormanlıktı. Bir keçinin her gün dehliz bir yoldan gidip sakalı ıslak olarak çıkması çobanın dikkatini çeker. Keçiyi takibinde güzel bir suyu keşfeder. Akşam oymağında durumu izah eder. Ertesi günü bir grup keşfe çıkar. Bugünkü Ballar Çeşmesi suyunun gözü keşfedilir. Atalarımız karar verirler: Yayla, bağ göç etmekten yorulduk. Yeni keşfettiğimiz suyun etrafına toplanalım, evler yapalım, dirlik düzenlik kurup bir arada yasayalım. derler ve başlarlar evler yapmaya. Orman açılır, evlerde keresteleri kullanılır. Bugün bile evlerimizin içinde kökü yerde kalmış ağaçlar vardır. Böylece atalarımız bir köy haline gelmişlerdir (1150).

Köyümüzün oluşumunu anlattıktan sonra Soy araştırmaları hakkında derlediğim yazıyı sunmak istiyorum.

Birkaç sene evvel tanınmış bir halkla ilişkiler uzmanının konferansını dinlemiştim. Hatırladığım kadarıyla, yeni çağda globalleşme ile beraber, ferdiyetçiliğin ön plana çıkacağını, bir zaman sonra insanların soyuna alâka duyacağını söyleyerek, “Herkes şimdiden soyuyla alakalı bilgileri toplasa iyi olur!” demişti. Gerçekten son zamanlarda soyuna alâka duyan, bu hususta araştırmalar yapmak isteyenlerin sayısında artış müşahade ediliyor. Ekonomik bakımdan rahatladıkça, insanlar böyle romantik sahalara yönelmeye fırsat buluyorlar. Öteden beri ilm-i neseb ile, yani genealojiyle uğraşan birisi olarak bana da bu hususta çok danışan oluyor. Bu sebeple bildiklerimi yol göstermek bakımından arzetmek iyi olur diye düşündüm.

Öteden beri Avrupa’da, hatta bu gibi hususların çok önemsenmediği düşünülen Amerika’da insanlar soylarına alâka duyuyorlar. Dedelerinin nereden geldiğini, geçmiş kuşakların hususiyetlerini merak ediyorlar. Bu hususta internette siteden geçilmiyor. Bugün bile Almanya’da adım başı soylu insana rastlanıyor. Bunlar terbiyeleri, nezaketleri, kültürleri ile, herkeste gizli bir hürmet uyandırıyor. Fransa gibi memleketlerde ise soylulara eksantrik insanlar muamelesi yapılıyor. Onun için buralarda -bilhassa Rus asıllı- pek çok sahte asil yaşar; etrafının merak ve ilgi odağı olmayı fırsat bilir; esasen çoğu da bundan öte bir menfeat görmeden yaşar giderler.

Maalesef neseb bilgisine en uzak milletlerden birisi de biziz. Ellerinde şeceresi olan aile yok denecek kadar azdır. Bunun bence iki sebebi var. Birincisi Türk-İslâm kültüründe neseb üstünlüğünden ziyade ahlâk üstünlüğüne kıymet verilmesidir. İkinci sebep de ata ve dedelerimizin yaşadığı harp, işgal, hastalık, göç gibi felaketlerin böyle lükslere imkân bırakmamış olmasıdır. Böyle bilgiler nesiller arasında kültür aktarılmasıyla intikal eder. Dedeler, nineler gündelik işlerden artık ellerini çekip köşeye oturduklarında torunlarına kendi dede ve ninelerinden işittiklerini anlatacaklardır. Bizde genç nüfusu tüketen harbler sebebiyle nesiller bundan mahrum kalmıştır. Şarkta yazılı vesika geleneği de zayıftır. Resmî yönü olmadıkça aile ile ilgili bilgiler yazıya geçirilmiş değildir. Hele hâtıralarını yazan, yok denecek kadar azdır. Dünyaya nizam vermiş koca padişahlar bile hayatlarını kayda değer görmemişlerdir. Eskiler tevazuda o derecede idiler­ ki, kendilerini ve ailelerini anlatılacak, hele yazılacak kıymette hiçbir zaman görmemişlerdir. Ne yapalım, hâtırat yazmak ve şecere çıkarmak âdeti bize yakında biraz Batı’dan geldi.

Şimdi birisi kalksa da soyunu araştırsa, muhtemeldir ki çok kimse ona bunun faydasızlığı yönünde ikazlarda bulunacaktır. Halbuki hiçbir faydası olmasa, zamanını değerlendirmek, okuma zevki ve araştırıcı vasıfları kazanmak, ayrıca sosyalitenin artması ve akrabalarla yakın münasebetler kurmak gibi pek çok pratik fayda elde edilebilir. Bunun için meraklısına vakit çok geçmeden eldeki imkânları kullanarak kendi aileleriyle alâkalı araştırma yapmalarını tavsiye edecek; şecerelerini çıkarabilmeleri için bilebildiğim bazı yollar göstermeye çalışacağım.

Ailenin ihtiyarları

Şecere çıkarmak isteyen kimsenin ilk yapacağı iş, bir an evvel ailesinde yaşayan ihtiyarları konuşturmalı; bunların anlattıklarını teyp, kamera ve yazı ile tesbit etmelidir. Bunda gevşek davrananlar, ihtiyarların birer birer göçüşüyle pişman olurlar. İhtiyarların bazıları çok berrak hâfızalıdır, zeki ve uyanıktırlar. Bunların vereceği bilgi de çok aydınlatıcıdır. Ancak bu vasıfları taşımayanlar, zaten fazla bir şey bilmez ve sırf ihtiyar diye verdikleri bilgilere güvenmek de insanı yanlış neticelere götürür. Yakın zamanda yaşanan harp, muhacirlik gibi felaketler sebebiyle bir nesil baba ve dedelerini görememiş; bu sebeple kuşaklar arasında kültür ve bilgi aktarılması çok noksan kalmıştır. Bazı ihtiyarlar, çevresinde, “şecereci” olarak tanınır. Çocukluklarında kendi aile büyüklerine yetişmişler; bunların anlattıklarına kulak misafiri olmuş ve hayat boyu kafalarını da fazla yormadıkları için işittiklerini hâfızalarında tutmuşlardır. Tanıdığım böyle çok kimse vardı. Bunlardan birisi, çocukluğunda, çocukların büyüklerin yanına pek sokulmadığı zamanlar olmasına rağmen, mangalda kahve pişirme vesilesiyle, baba ve dedesinin, misafirlerine anlattıklarını dinlemiş ve bütün teferruatıyla hatırında tutmuştu. Böyle kimselerin verdikleri bilgiler ele geçmez birer hazinedir. Eskiden erkekler, çocuklarla ciddi konularda fazla konuşmazlardı; hatta hiç konuşmazlardı. Ancak kadınlar daha konuşkan ve meraklı oldukları için, yaşlı kadınlarda yakası açılmadık çok kıymetli bilgiler vardır.

İhtiyarların verdikleri bilgileri başkalarına da sorarak teyid etmedikçe hemen doğru kabul etmemelidir. Ancak soracak başka kimse yoksa o bilgiyi aldığı ihtiyarı bir başka zaman yine konuşturarak o bilgiyi aynı şekilde anlatıp anlatmadığına bakmalıdır. Aynı şekilde anlatırsa, mesele yoktur. Anlattığının doğru olması kuvvetle muhtemeldir. Tenâkuz (çelişki) varsa, anlatılanlara ihtiyatla yaklaşmalı, ancak aslâ ihmal etmemelidir. İhtiyarların çoğu zaman hissî davranıp, hâdiseleri ve kişileri istedikleri gibi anlattıkları mâlumdur. Şahsî ve tarihî düşmanlıklar, bunların verdikleri bilgilere çok tesir eder. Bunlara karşı da uyanık olmak lâzımdır.

İhtiyarların kullandıkları tarihlendirme usulünü de iyi bilmek gerekir. Onlar tarihleri hep o zaman vukua gelmiş meşhur hadiselere göre verirler: Seferberlikten (1914) bir yıl önce doğmuşum. Muhacirlikte (1916) iki yaşındaymışım. Yemen askerleri giderken (1905) ölmüş. Yunanlılar giderken (1922) doğmuş. Tifo salgınından iki yıl sonra evlenmiş. Filanca öldürüldüğünde oturuyormuş (yani altı aylıkmış). Felan evlendiğinde, filan kırk günün ölmüşü idi! gibi. Verilen hâdiselerden tarihleri çıkarmak gerekmektedir. Bunun için de hem tarih bilgisinin, hem de sosyal mâlumâtın gelişmiş olması lâzımdır. Meselâ Anadolu’da “Babası öldüğünde danaları otlatıyormuş” sözünden o kimsenin altı-yedi yaşında olduğu anlaşılır. Çünki ancak bu yaştaki bir çocuk dana otlatabilir. Akranlıklar, yaşları tesbitte çok yardımcı olur. Felan filanla yaşıt dendi mi, o birisinin doğum tarihi tesbit edilmişse diğerini tesbit kolaydır. Ancak arada bir yıl oynayabilir. Çünki sözgelişi bir yılın ekim ayında doğan ile ertesi sene nisan ayında doğan halk arasında yaşıt kabul edilir ama, aslında farklı yıllarda doğmuşlardır. Halkın akran dediğine de çok itibar etmemelidir. Çünki bazen bir çocuk iri ve gösterişlidir, kendinden büyüklerle arkadaşlık eder; bunları beraber görenler akran zannedebilir, halbuki aralarında iki-üç yaş olabilir.

Bir de ihtiyarlar ya kendi yaşlarını çok büyültür, başkalarını küçültür; veya tam aksini yaparlar. Ekseriya birincisi erkek, ikincisi kadınlara mahsustur. Bunlara mühim hâdiselerde kaç yaşında olduğunu sorarak gerçek yaşlarını öğrenmek mümkün olabilir. Mesela “Seferberlikte kaç yaşındaydın?” diye sorulur. Seferberlik 1914 senesindedir. Memur çocukları umumiyetle nüfus sicilline doğru yazılmışlardır. Bir de enteresandır, cumhuriyetin ilk yıllarında ailesinin beşinci çocuğu olanlar günü gününe yazılıdır. Çünki 1950’ye kadar yol vergisi vardı. Herkes o zaman için mühim bir meblağ tutan altı-yedi liralık bu vergiyi vermek, aksi takdirde her sene onbeş gün yol yapımında amelelik yapmak mecburiyetindeydi. Ancak nüfusu arttırma tedbirleri cümlesinden olarak beş çocuğu olanlar yol vergisinden muaf oluyordu. Bu mükellefiyetten düşmek için babalar beşinci çocuklarını hemen nüfus sicilline yazdırırlardı. Yoksa çocuklarını doğar doğmaz nüfusa yazdırmak kimsenin âdeti değildi. Çoğu zaman erkek çocukları -o da köylerinde varsa- mektebe giderken; kız çocukları ise izinnâme çıkarılırken, yani evlenirken, hatta evlenip doğan çocukları mektebe kaydolurken nüfusa yazılırdı.

İhtiyarlardan bilgi alırken aylar hususunda da dikkatli olmalıdır. Anadolu’da, Aralık karakış, ocak zemheridir. Şubat gücük, nisan avril, mayıs veya haziran kiraz ayı, temmuz orak ayı, ağustos harman ayı, ekim avare ayı, kasım koç ayıdır. Bir de rumî takvime göre aylar bugünkinden 13 gün sonra başlar. Rumî takvime göre 13 Mart, bugün kullanılan Gregoryen takviminin 1 Mart gününe tekâbül eder. Eski martın dokuzunda kocakarı soğukları (berdelacûz), eski nisanın beşinde öküz soğukları (sitte-i sevr) başlar. Hıdırellez yeni mayısın altısındadır. Her yerin iklim ve ziraat hususiyetlerine göre ayların ismi ve başlangıcı  değişir. Tütüne göre, fındığa göre, incire göre, pancara göre aylar tayin edilir. Yaylaya gidiş, yayladan geliş, bağ bozumu hep mühim tarihlerdir. Tarihleri tesbit ederken, bu gibi tabiî hâdiseler hakkında da mahallerine göre bilgi sahibi bulunmak gerekir.

Nüfus sicilleri

Şecere araştırması yapacak kimsenin daha sonra yapacağı iş, nüfus kaydının bulunduğu kazânın nüfus müdürlüğüne giderek nüfus sicillerini tetkik etmektir. Maalesef bunlar çok da eski değildir ve Avrupa’daki kilise kayıtlarına benzer kayıtlar bizde tutulmamıştır. Hıristiyanlıkta vaftiz dine girişin ön şartı olduğundan, kiliselerde vaftiz kayıtları muntazaman tutulurdu. Ayrıca asalet Avrupa’da sosyal statü sembolü olduğu için, aile kayıtlarının tutulmasına çok ehemmiyet verilmiştir. Bu sebeple Batı dünyası nüfus kayıtları bakımından Doğu’dan çok iyi durumdadır.

Türkiye’de elde bulunan ilk nüfus sicilleri 1250/1834 ve 1255/1839 tarihlidir. Sultan II. Mahmud zamanında başlanan nüfus sayımı sonrasında tutulan bu defterlerde (askerî maksadlarla yapıldığı için) sadece erkek nüfus ve yaşları ile beraber tımarla alâkalarının olup olmadığı yazılmıştır. Her köy hânelere ayrılmış; her hânede bulunan erkek nüfus kaydedilmiştir. 1839 yılında başlayan ikinci sayım, uzak vilâyetlerde, meselâ Erzurum’da ancak 1844 yılında tamamlanabilmiştir. Bu sayımın defterleri İstanbul’da Başbakanlık Arşivi’ndedir. Çoğu tasnif edilmemiş bu defterler, millî güvenlik endişesiyle olsa gerek, incelemeye açık değildir.

İkinci nüfus tahriri Sultan Hamid zamanına aittir ve 1303/1887 tarihlidir. Bu tahrire ait defterlerde kadın nüfus da yazılıdır. Her köy haneleriyle beraber tahrir edilmiştir. Her hâneye bir numara verilmiştir. Bu hânenin reisi olan erkek lakabı ve babasının adıyla kaydedilmiştir. Sonra o hane reisinin varsa erkek ve kız kardeşleri, yeğenleri ve amcazadeleri yazılmış; sonra varsa annesi ve ceddesi (büyükannesi) yazılmış; bilahare de bu tarihten sonra dünyaya gelenler kaydedilmiştir. Herkesin doğum tarihi vardır; ancak çoğunun ölüm tarihi kaydedilmemiştir. Erkeklerin askerlik vaziyeti ehemmiyetle işlenmiş; askere duhulleri, ihraçları, varsa sakatlıkları, bedel-i nakdi verip vermedikleri, rediflikleri hep kayıtlıdır. Ayrıca beratlı cami imam-hatibliği gibi vazifeler de kaydedilmiştir. (Eskiden camilerde ancak İstanbul’dan izinli olan imamlar Cuma kıldırıp hutbe okuyabilirlerdi. Böylelerinin adlarının yanında bâ-berat-ı âlî … camii imam ve hatîbi yazmaktadır). Kızlardan tahrirden sonra (1303/1887) evlenenlerin, evlendikleri mahalle veya köy ile sicildeki hane numaraları gösterilmektedir. Gayrımüslimler için aynı usulde ayrı defterler tutulmuştur. Şecere araştırmacısı bu defterlerden 1887 yılında hayatta bulunan dedesinin babasını öğrenebilir. Bu defterler sonradan umumiyetle Ankara’da bulunan nüfus arşivlerine gönderilmiştir. Çoğu kayıp, yanmış, yıpranmış haldedir ve tetkiki hemen hemen mümkün değildir. Tek tük böyle defterlerin Ankara’ya gönderilmeyip, mahallerinde kalmış olanları da vardır. Bu takdirde yanına iyi Osmanlıca okuyabilen bir kimseyi alıp; nüfus müdürüne rica ederek, hatta çoğu zaman birinin tavassutuyla nüfus müdürlüğü arşivinden bu defterleri bulup tetkik etmek gerekir. Devlet, bir takım siyasî sebeplerle, bu sicilleri de araştırmacılara açmamaktadır.

Üçüncü sayım 1321/1905 tarihlidir ve çoğu kazâlarda bunlar yeni yazıya çevrilerek bugünki sicillerin esasını teşkil etmektedir. Bu defterler 1303/1887 tarihli olanlardan daha etraflı ve temizdir. Bunlardan da 1905 tarihinde yaşayan dedenin babasının adı öğrenilebilir.

1905 tarihli sicilleri elde bulunmayan kazâlar vardır. Bazı yerlerde Birinci Cihan Harbinde veya Yunan Harbinde nüfus dairelerinde çıkan yangınlar sebebiyle 1905 tahririne ait nüfus sicil defterleri harab olmuştur. Veya başka sebeplerle bu defterlerin bir kısmı kaybolmuştur. Bunun üzerine 1925 yıllarında yapılan şifahî tahrir esas alınarak nüfus sicil defterleri hazırlanmıştır. Bu takdirde araştırmacı ancak bu tarihte hayatta olan dedesinin babasını ve aile isimlerini öğrenebilecektir. Ancak bu sicillerde erkeklerin doğum tarihleri birkaç yıl küçük yazılmıştır; hatta sekiz yıla kadar küçük yazılanlar vardır. Bunun sebebini harplerin çok olduğu bir nesil için izah kolay: Askere geç gitsin; o zamana kadar hem evlenip çocuğu olsun; hem çalışıp aileye bir faydası olsun; hem de gücü kuvveti yerine gelsin ki askerlik meşakkatlerini göğüsleyebilsin. Bunun için bilhassa 1925 tahririnde erkeklerin doğum tarihlerine çok itibar etmemelidir. Kızlarda böyle bir problem olmadığı ve esasen nüfus sicilline evlenirken yazıldıkları için onların doğum tarihleri umumiyetle doğrudur.

Nüfus sicillerinin tamamı 1978 yılında latin harflerine çevrilmiştir ve bu esnada da bazı yanlış okumalar olmuştur. Bilhassa mahallî isimleri, yabancı nüfus memurları farklı okumuş ve yazmışlardır.

Eğer yakın bir tarihte nüfus kayıtları başka bir şehre aldırılmışsa, bu takdirde önceki nüfus sicillerinin de tetkiki gerekecektir. Kafkas ve Rumeli muhacirleri bu bakımdan daha az şanslıdır. Hele 1924 yılında mübadele ile gelen muhacirler, ancak 1924 tarihinde yaşayan en yaşlı atalarının babasını öğrenebileceklerdir. Maamafih yurt dışında kalan nüfus sicillerine ulaşmak da artık çok zor değildir. Bunlar bizdekilerden çok daha muntazam bir şekilde muhafaza edilmektedir.

Nüfus sicillerinde o aileden kaç hane varsa umumiyetle peş peşe ayrı ayrı gösterilir. Ancak her aile kütüğünün başında o ailenin kütüğe kayıtlı ilk mensubunun isminin üzerinde ailenin lakabı da kaydedilir. Bu lakaptan farklı sıralardaki haneler arasındaki akrabalık tesbit edilebilir. Bu aile reislerinden birinin aile reisi diğerinin kardeşi, amcazadesi veya daha uzak bir akrabası olabileceği gibi, oğlu da olabilir. Çünki bazen babalar, eski Türk geleneklerine uygun biçimde, en büyük oğullarını mal verip ayırmakta, yani ayrı ev açmaktadır. Bu takdirde bu oğul ayrı bir hane teşkil eder. bu aynı ailenin farklı hanelerinin akrabalık derecesini tesbit her zaman kolay olmayabilir. Bu takdirde aile içinde yaygın bilgilerden ve aile büyüklerinin beyanlarına başvurulur. Bu da bir netice vermezse hane reisleri arasındaki akrabalık derecesini tesbitte bazı ipuçlarından istifade edilir. Mesela, bir hane reisinin adı Ahmed, babasının adı da Hüseyn olsun. Aynı aileden bir başka hane reisinin adı da Yahya, babasının adı da yine Hüseyn olsun. Bu ikisinin kardeş oldukları ve babalarının adının da Hüseyn olduğu tahmin edilebilir. Yine mesela aynı aileden farklı hane reislerinin oğullarının adı aynı ise bunların da kardeş olduğu söylenebilir. Çünki insanlar oğullarına umumiyetle babalarının adını koymayı tercih ederler. Aynı aileden bir hane reisinin adı Cemal, baba adı Cafer olsun. Bir başka hane reisinin adı Cemal, baba adı da Halil olsun. Aynı aile ismini taşıyan bu Cafer ile Halil’in kardeş ve babalarının adının da Cemal olduğu tahmin edilebilir. Yine mesela aynı aileden bir hane reisinin adı Ebubekir, diğerinin adı Ömer, bir diğerinin adı Osman, bir diğerinin adı da Ali ise bunların kardeş olduğu tahmin edilebilir. Çünki halk arasında kardeşlere dört halifenin ismini bir arada koymak adettir. Ya da Hasan ile Hüseyn adını taşıyan iki hane reisinin kardeş olduğu söylenebilir. Çünki Anadolu’da bu iki ismi iki erkek kardeşe koymak adettir. Şu kadar ki bunlar birer tahminden ibarettir, ancak bu tahmid de, eldeki kısıtlı imkânlardan birisidir.

Takvimler

Nüfus sicillerinde eski tarihler rûmî/mâlî takvime göredir. 1341/1925 tarihinden itibaren yeni takvim kullanılmıştır. Eski yıla 584 eklenirse yeni yıl bulunur. Mesela, 1330 yılına 584 eklenirse 1914 çıkar. Ancak eski yıl mart ayında başlardı, yani mart birinci aydı. Mesela, 1330 yılı 1914 yılının Mart ayıyla başlar. 1914 yılının şubat ayı da 1329 yılının son ayıdır. Ayrıca rûmî yıl, milâdî yıldan 13 gün sonra gelir. Bu, yirminci asır itibariyledir. Ondokuzuncu asır için 12, onsekizinci asır için 11 günlük, onyedinci asır için 10 günlük fark vardır. 1917 yılına tekâbül eden 1332 yılının şubat ayında bu 13 günlük fark kaldırıldı ve yine 1917 yılına tekâbül eden 1333 yılı ocak ayından başladı. 1945 yılından evvel ekim ayına teşrinevvel veya birinci teşrin, kasım ayına teşrinsani veya ikinci teşrin, aralık ayına kânunevvel veya birinci kânun, ocak ayına da kânunsani veya ikinci kânun denirdi. Bu mevzuda Faik Reşit Unat’ın Türk Tarih Kurumu yayını olan Hicrî Tarihleri Milâdî Tarihe Çevirme Kılavuzu faydalıdır.

1089/1678 senesinden itibaren sadece malî hususlarda mâlî sene adıyla rûmî takvim (julien takvimi) kabul edilmiş; ancak yıllar yine hicret esasına göre hesab edilmiştir. 1205/1790 ve 1256/1840 tarihlerinden itibaren malî senenin kullanılma sahası genişletilerek bütün resmî evraklarda bu takvim kullanılmaya başlanılmış; hicrî takvim de bunun yanısıra kullanılmaya devam etmiştir. 33 senede bir yıl siviş yılı sayılarak atlanmış, böylece her iki takvimde de yıllar aynı olmuştur. 1287/1870 yılında bu yapılmamış, böylece iki takvim arasında yıl farkı doğmuş ve giderek artmıştır.

Resmî arşivler

Soyunda devlette vazife almış kimseler varsa, bunların isim ve biyografisine ışık tutacak bilgiler, Başbakanlık Osmanlı Arşivinde bulunur. Son yıllarda devlet memurluğu yapmış olanların isim ve kısa hal tercmeleri Sicill-i Ahvâl Defterleri’nde bulunabilir. Soyunda tımarlı sipahi bulunanlar, bu dedeleriyle alakalı kısıtlı bilgiye Başbakanlık Arşivi’ndeki tımar kayıtları ve ruznamçelerde ulaşabilirler. Şunu da eklemek gerekir ki, bu defterler 2000’den fazladır ve istifadesi fevkalâde zordur. Anadolu köylerinin kayıtları tapu tahrir defterleri, avârız defterleri, temettüat defterleri ve kefâlet defterlerinde bulunabilir. Bunlarda ise yalnızca mülke tasarruf eden şahsın ismi bulunur. Soyisim zaten yoktur; lâkap ise zikredilmez; nâdiren baba adı geçer. Anadolu ve Rumeli topraklarının çoğu devlete ait (mîrî) toprak olduğundan ve sürekli yer değiştirme ve göçler sebebiyle bunlardan muntazam aile kaydını takip etmek zor, hatta imkânsız gibidir.  Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde çalışabilmek için yazılı müracaat ederek önceden izin almak gerekir. İnternetten de üye olunarak kataloglara ulaşmak mümkündür. Nihayet bulunan vesikalardan bir şey çıkarabilmek için Osmanlıca el yazılarını okuyabilmek gerekir.

Tanzimat devrinden sonra çıkarılan tapu  nizamnâmesi ile 1864’den itibaren modern mânâda muntazam tapu defterleri tutulmaya başlanmıştır. Bu tapu defterleri umumiyetle mezkûr şehir veya kazânın tapu dairesi arşivindedir. Köy ve mahallelerin ayrı ayrı defteri yoktur. Arazi ve emlâk üzerinde yapılan bütün muameleler, tarih sırasına göre aynı defterde kayıtlıdır. Bunun fihristinden alâkalı mülk veya arâzi bulunarak buradaki bilgilere ulaşılabilir. Şu kadar ki bu kayıtlarda daha ziyade mülk veya arâzinin tafsilatı verilir. Mâliki veya muameleyi yapanlar hakkında fazla bilgi bulunmaz. Ancak baba ismi veya muamelenin yapıldığı tarih bir ipucu verebilir.

Tanzimat’tan (1839) sonra mecburî askerlik başlamış ve askerlik şubeleri kurulmuştur. Bu şubelerden kayıtları da yol gösterici olabilir. Maamafih bu arşivler de her yerde iyi durumda değildir. Ülkemizde bugün arşivcilik şuuru maalesef zayıftır. Mahallî şubelerdeki arşivler, mensupları askerlik çağını geçirdikçe Ankara’ya gönderilmiştir. Bunlar millî savunma arşivinde muhafaza edilmektedir.

Aile ferdlerinden vakıf kuranlar varsa, vakıf sicilleri de ehemmiyet taşır. Aynı zamanda mahallî mahkeme sicillerinden -nâdiren de olsa- aile tarihi ile alâkalı bilgi elde edilebilir. Bu siciller Ankara’daki Millî Kütüphane’de; İstanbul sicilleri ise İstanbul Müftülüğü’ndedir.

Aile arşivi

Şecere ve aile tarihi hazırlanmasında, ailenin hususî arşivi de çok mühimdir. Aile arşivini, ailenin atalarıyla alâkalı fermanlar, tapular, mektuplar, hâtırat ve günlükler, resmî veya gayrıresmî evrak, senedler vs. teşkil eder. Vaktiyle yangınların vak’a-yı âdiyeden olduğu zamanlarda, her ailenin bir yangın kuttusu vardı. Metalden yapılma bu kutuda, aile evrakı saklanır; yangın vukuunda kaçarken fırsat varsa yalnızca bu kutu alınırdı. Aile arşivinde çok enteresan eşyalar da bulunabilir. Bir ahbabımın evinde gördüğüm dedelerinden kalma bakır sahanın altında, sahanın ilk sahibinin ve babasının ismi ile beraber sahanın alındığı tarih hakkedilmişti. [Eskiden çalınıp kaybolmasına mâni olmak için bakır kaplarda sahibinin mührü bulunurdu.] Ülkemizde bilhassa son zamanlarda yaşanan harb, göç, âfet vs. hâdiseler sebebiyle pek çok ailenin arşivi olmadığı gibi, olanlar da pek istifade edilebilir durumda değildir.

Mezartaşları

Soyuna dair bilgiler toplamak isteyenlerin müracaat edeceği mühim bir kaynak da mezartaşlarıdır. eski mezar taşları, aile büyüklerinin isimleri, vefat tarihleri, meslek ve meşrebleri hakkında bilgi verebilir. Bunun için Osmanlıcanın farklı yazı stillerini okuyabilmek ve mezarlıklar arasında bazen saatlerce, hatta günlerce dolaşmak icab edebilir. Çünki tabiatiyle bu eski mezarlıkların kayıtları tutulmuş değildir. Bir milletin hâfızası ve bir vatanın tapu senedleri mesabesindeki mezarlıklar bakımından maalesef ülkemiz hiç iyi durumda değildir. 1930’lu yıllarda bir asrî mezarlık furyası başlamış; Anadolu’nun hemen her yerinde çoğu şehrin içinde kalan eski mezarlıklar kaldırılarak buraları şehir parkı yapılmış veya üzerine bina inşa edilmiştir. Mezarların bir kısmı aileleri tarafından nakledilebilmişse de çoğu nakledilemeden kalmış, bu mezarların taşları da ya toprağa gömülmüş, ya kanalizasyon ve kaldırım taşı olarak kullanılmış, ya da mezarcılar tarafından sökülerek kazınmış ve yeni taş olarak satılmıştır. Bu söylediklerimiz şehir ve kasaba mezarlıkları içindir. Köylerde ise ekseriya mezarların başında taş bile yoktur.

Soyisimleri

Bildiğim kadarıyla dünyada soyadı almanın kanunen mecburî olduğu tek ülke biziz. Avrupa ve diğer ülkelerde soyadı çok yaygın ise de mecburî değildir. Hele asillerin soyadı yoktur. Hanedanlarının veya ünvanlarının câri olduğu yerin ismiyle anılırlar. Osmanlı Devleti zamanında her ailenin bir lâkabı vardı. Ancak bu tatbikat resmî olmadığı için soyadı yerine geçmezdi. Maamafih nüfus sicillerinde bu lâkaplar zikredilmiştir. Resmî kayıtlar umumiyetle baba ve gerekirse dedelerin ismiyle, bazen de şahsın memleketi yazılarak tutulurdu. 1934 tarihinde soyadı kanunu çıkarılarak herkesin soyadı alması mecburiyeti getirilmiştir. Ancak soyadı seçme keyfiyeti şahısların tercihine bırakılmıştır. Bu sebeple aynı aileden gelenler, hatta birkaç kardeşin her birinin farklı soyadı olabilmiştir. Ayrıca eski lakapların soyadı alınmasına da umumiyetle engel olunmuştur. Çoğu yerde soyadını şahıslar almamış; mülkî makamlar tarafından hiçbir esasa dayanmadan rastgele soyadları verilmiştir. Bu sebeple Türkiye’de soyadları, aile tarihi hakkında hiçbir fikir veremez. Ancak çok az sayıda uyanık kişiler, ailelerinin tarihini hatırlatacak şekilde meslek, köy isimlerini veya atalarından birinin ismini soyadı olarak almıştır. Keçeci, Pazarcık, Hacıalioğlu gibi.

Bir Cevap Yazın