ALLAHIN İSİMLERİ

ADL (el-Adl) (30).
Çok adil,mutlak adalet sahibi

Kur’an-ı Kerim’de :

1)“Rabbinin sözü, doğruluk (sıdk) ve adalet (adl) bakımından tamamlanmıştır.” En’âm 115 Âyetinde, sözünün adaletinden bahsedilmiştir.

2)Pek çok Âyette hak ve kıst sözleri,adl manâsında kullanılmıştır: Âl-i İmrân 18/ En’âm 57/ A’râf 8/ Yunus 4

3)Hak ve adaletinin mutlak olduğunun belirtildiği : Enbiyâ 47/ Yunus 54/ Zümer 69

4) Toplumda adil olmamızı isteyen:“Şüphesiz Allah adaleti ve iyiliği emreder” Nahl 90

5) Hakimin adaletle hükmetmesi : Nisâ 58

6) Yazanın adaletle yazması : Bakara 282

7) Toplulukların arası bulunurken adaletle hükmedilmesi: Hucurât 9
1)Konuşmalarda bile adaletten ayrılmamak gerektiği: En’âm 152

Manâsı adaletli olmasıdır. En adil olan şüphesiz Allah-ü Teâlâ’dır. Adalet zulmün zıddıdır. Adl ismini anlayabilmek için, sınırsız düşünceye erişebilmek gerekir. Yoksa sınırlı düşünen insanî aklımızla ne bu ismi, ne de başkalarını anlayabiliriz. Meselâ yaşam, ebedi olmakla sınırsız olmuş olur. Yaşam derken sadece dünya hayatını düşünürsek, sonu olan bir şeyi yani sınırlı bir şeyi düşünmüş oluruz. Ebedi hayata inananlar için muteber değerlendirmeler, sonu olmayan ebedi hayat esas alınarak yapılan değerlendirmelerdir. Şimdi meselâ bazıları bu noktaya dikkat etmeden, falancayı fakir etmekte Allah’ın adaleti nerede? diye sormaları, düşüncelerinin sınırlı olması sebebi ile, adaleti anlamamaya varır. Oysa ki ebedi hayatın yanında sonu olan bu hayatta uğranılan sıkıntılar, belki de esas hayat için bir gerekliliktir. O zaman ne kadar iyimser düşünsek bile, Allah’ın adaletini anlamamız mümkün olmayabilir.

“ Âfâkta da , kendi nefislerinde de yakında âyetlerimizi onlara göstereceğiz.” Fussilet 53

Mevcut olan her şey Allah’ın işleridir. Yani fiilleridir. Hem ayrıntılı olarak, hem de bütün olarak Allah’ın fiillerini bilmeyenler için, isimler sadece lûgat manâsı ile bilinebilir. Yani anlayış ve kavrayış olarak anlayabilmek için, Allah’ın ahlâkını tanıyabilmek için fiil tecelliyatını anlamış olmak lazımdır. Fiilleri tafsilatı ile biliş, insan için takat dışıdır. Buna rağmen nadiren de olsa bütünüyle biliş mümkündür. Bunun için de insan kendi iç alemindeki yolculuğunu tamamlamalı, kendinden giderek, bu manâyı kavrayabilmelidir. Kur’an-ı Kerim’de Hızır (a.s.) ve Musa (a.s.) kıssası malumdur. Bu manâ yolculuğunda, Musa (a.s.), Allah’ın fiillerini kemali ile anlama noktasına daha sonra erişmiş olmalıdır. Bazı ters gibi görünen şeylerin ne kadar düz olduğunu , beşeri özellikler içinde göremeyebiliriz. Yine Kur’an-ı Kerim’de Allah-ü Teâlâ; şer bildiklerimizin arkasında hayır olabileceğini bildirerek, kulunun beşeri özellikleri ile nasıl itiraz edebileceğini bildiğinden, hatırlatıyor.

Bu ismin yansıdığı kişiler; önce kendi nefsinde adil olmalıdır. Sonraki aşama ise, kendi nefsinde adil olduktan sonra dışarıda adil oluşudur. Adalet anlayışı iki türlüdür. Kulca adil oluş ve Hak’ça adil oluş. Aslolan Allah’ın adaleti gibi adil oluştur. Fakat bu noktaya geliş zordur, hatta belki de mümkün olmadan da hayatın sonuna gelinebilir. İnsana düşen görev, Hak’ça adaleti buluncaya kadar, kulca adaleti yaşamak ve yaşatmaktır. Meselâ; insanların haklarını çiğnememek, kimseye eliyle, diliyle ezada bulunmamak, hakaret etmemek, yakın çevresinin haklarını mümkün olduğu kadar yerine koymak, öfkelenmemek, çirkin söz ve davranışlarda bulunmamak, ayırımcı muamelede bulunmamak, insanların emeklerinin karşılığına sahip çıkmak,v.s., … gibi.

İşte bunlara riâyet ederken, diğer taraftan kendi nefsine insaf nazarı ile bakmak, bakabilmek lâzımdır. Herhangi bir konuda kendi nefsini kontrol ederken, kendi muhasebesini yaparken, yaptığı işi ne için yaptı, esas sebep ne idi? Örttüklerinin altından nefsinin muhasebesini yapabilmelidir ki, bu da insaf nazarı ile bakabilmektir. Bir başka manâda insaf nazarı, önce kendimize karşı dürüst olmaktır. Yani yaptığımız işlerde esas nedeni bulmamız, bir başka daha hoş görünen sebebe sığınmamamız demektir. Meselâ birine aleni yardım ederken, eğer etraf görsün de benim iyi biri olduğumu anlasın diye yapmışsak, bunu merhamet edip de yapmış gibi göstermemek lazımdır. Yine aleni yardım yaparken etraf görsün, örnek alsın, onlar da yapsın,böylece insanlara yardım çoğalsın niyeti ile yapılmışsa , bu güzeldir. Saklı bir şey yoktur. Zira sadakanın gizlisi de alenisi de muteberdir. Ve Eshab Hazretleri bunun ikisini de yapmışlardır. Burada görünüm aynı olduğu halde, niyetler farklı olduğu için fark vardır. İnsanların bilmesinden daha önemlisi Allah’ın bilmesi olduğu unutulmaz ise, yani Allah yakında hissedilirse, niyetler dürüst olmuş olur. Eğer kişi o anda Allah’sız ise, yani Allah görmüyor, duymuyor, bilmiyor şuurunda ise niyetler kolayca yamuk olacaktır.

Kişi insaf nazarını ibadetler ile yakalayamaz. Bu ancak iç alemine bakışı ile yani içine, özüne yolculuğu ile mümkündür. Sonra dışarı taşan bir adalet başlar. Allah’ın Adl isminin tam olarak yansıdığı kişiler, bazen adaletsiz zannedilebilir. Anlaşılamayabilir. İlm-i Ledün sahipleri bazen umumun anlamadığı hal içinde bulunabilirler. Musa (a.s.) kıssasında olduğu gibi.

Allah kullarını tanıdığından, onların tamahlarını bildiği için, zekâtı farz kılmıştır. Böylece en alt seviyeden bile olsa, kulca adaletin başlangıcını farz olarak tesis etmiştir.

Ey Adil Padişah, adaletin hep lûtuftur
Varlığımı tarumar et, gayriyi de unuttur.

*** AFÜV ( el-Afüvv) (80)
Günahları mahveden

Kur’an-ı Kerim’de:
1)“Gafûr” ismi ile birlikte, İlâhi Affı pekiştiren bir muhteva içinde: Nisâ 43/ Hacc 60/ Mücâdele 2

2)“Kâdir” ismi ile beraber: Nisa 149

3)“Onlar affetsinler, hoş görsünler. Allah’ın sizi bağışlamasını istemez misiniz.?” Nûr 22. Âyette buyurulduğu gibi, Müslümanlar da bu fazilete davet edilmişlerdir. Ayrıca Âl-i İmrân 134. Âyette de insanları affedenler övülüyor. Bakara 178. Âyette, yakınlarımızın katilini affetmemiz tavsiye ediliyor.(Kısas âyeti)

4)Şirk ve küfür dışındaki bütün günahların bağışlanacağını gösteren : Nisâ 48/ Zümer 53

5)Nisâ 14,31,93/ Yunus 27/ Zuhruf 74. Âyetlerdeki, tevbe etmeden ölen günahkârın affı konusu (şirk ve küfür hariç) ortada kalmıştır. Ehl-i sünnet bu gibilerin de İlahi Af’dan yararlanabileceğini düşünmektedir.

6)Bakara 52. Âyette, Allah-ü Teâlâ, buzağıya tapan Ben-i İsrâil’i affettiğini; Âl-i İmrân 152. Âyette de Uhud savaşından kaçan Müslümanları affettiğini haber verir.

Allah , günahları imha eder, yok eder. Afüv ismi manâca Gafûr ismine yakın olduğu halde, Afüv isminde daha bir derinlik vardır. Gufran isminde günahları görmeyivermek vardır. Afüv isminde ise günahları mahvetmek, yok etmek vardır. Allah-ü Teâlâ asilere de kâfirlere de iyilik eder, nimetlendirir. Cezayı hemen vermez. Tevbelerine mukabil günahlarını siler. Biliyoruz ki tevbe edip, bir daha aynı günaha dönmemeye azmeden, hiç günah işlememiş gibidir. Afüv isminin mahiyeti ise, günahı silinen kişinin, aynen hiç günah işlememiş kişi gibi olmasıdır.

Afüv isminin kemali, cezalandırmaya kadir olan Allah’ın, lûtuf ile bağışlamasıdır. Burada bağışlayan, adaletinin gereği olan cezalandırmaktan gönüllü olarak vazgeçerek ve affetmek suretiyle suçluya bir ihsanda bulunmuş olur.

İlâhi Af, Allah’ın kullarının günahını tamamen silmesi, hatta Kiramen Kâtibin’e günahların kayıtlarını sildirmesi, kıyamet gününde bu günahlar ile ilgili kullarına hesap sormaması, hatta günahı işleyen kullara da mahcup olmamaları için bunları unutturmasıdır. Özet olarak Allah’ın Aff’ını sınırlandırmamak gerekir. Şirk ve küfür hariç bütün günahlar, şartları yerine getirilmek üzere affa uğrar. Esas mesele, kişinin imanındadır. Eğer iman ediyorsa, yukarıda sayılan şartları da yerine getiriyorsa , ameli eksik bile olsa, İlâhi Af’dan yararlanır. Çünkü imanı sebebiyle Mü’min olarak kabul edilir.

Bu ismin insana yansıması: Allah’ın Ahlâkına uygun bir şekilde olur. Kendisine kötülük yapanları affeder, hatta iyilikle mukabele eder. Affın bu şekilde olması demek, kalbde kinin kalmamış olması, hatta hatanın unutulmuş olması demektir. Bunun için de işlerin sahibinin Allah olduğunun bilinmesi lâzımdır. Yoksa hiçbir insan kendisine yapılanı unutmaz. Bu kadar affediciliğin oluşu , o kişide fiil tecelliyatının tamamlanmış olduğunu gösterir. Yani insanda fiil tecelliyatı olmadan, ne affedebilir, ne de kötülüğe iyilikle mukabele edebilir. Fiil yansıması ise her şeyin Allah’tan olduğunu bilmektir. Yani kahrı ve lûtfu aynı kaynaktan görüp, sebep olanı aradan çıkarmadıkça, affetmek,unutmak ve iyilikle mukabele etmek mümkün değildir. Kahrı da hoş, lûtfu da…

*** ALİM (el-Alîm) (20)
Herşeyi hakkıyla bilen

Kur’an-ı Kerim’de Alîm, Allâm, ilim olarak geçer.
1) Alîm olarak: 153 yerde Allah’a izafe edilmiş olarak geçer.Ve genel olarak başka bir isim ile beraber geçer.

2)Yalnız kullanıldığında ise: “bi külli şey’in alîm” yani (Allah her şeyi bilendir) şeklinde 21 âyette kullanılmıştır.

3)“alîmün bi-zâti’s-südur” : Yani (Allah kalplerinizdekini en iyi bilendir) şeklinde 12 Âyette kullanılmıştır.

4)“…hakkıyla bilendir” şeklinde: 18 Âyette kullanılmıştır.

5)Esmâ’danHakîm, Semî, Vâsi, Azîz, Habîr, Halîm, Şâkir, Kâdir, Hallâk, Fettâh isimleri ile birlikte kullanılmıştır.

6)Üç yerde Azîz ismiyle birlikte, Zât’ına ad olarak kullanmıştır.

7)Bir yerde Habîr ismiyle birlikte Zât’ına ad olarak kullanmıştır.

8)“Allâm”(yegâne bilen) manâsında ve “Allâmü’l-Guyûb” (gaybı yegâne bilen manâsında): Mâide 109,116/ Tevbe78/ Sebe’48

9)“Alimü’l-gayb” olarak : Sebe’3/ Cin 26

10)“Alimü’l-gaybi ve’ş-şehade”olarak: En’âm 73/ Tevbe 94, 105/ Ra’d 9/ Mü’minûn 92/Secde 6/Zümer 46/Haşr 22/Cum’a 8/Tegâbün 18

11) İlim ise 105 defa kullanılmıştır.

12)“ alimin” şeklindeki kullanılışta, fiilin öznesinin azameti gösterilmek ve bu surette yapılan işin kuvvetini belirtmek üzere ve Allah’a izafe edilerek: Enbiyâ 51 ve 58

Bu isim ile Allah’ın her şeyi ilmiyle kuşatmış olduğunu anlıyoruz. Bu kuşatmanın, hiç bir bilgi eksikliği olmaksızın tam ve kâmil bir kuşatma olduğunu anlıyoruz. Bu ilmî kuşatma, malûmattan yani bilinen şeylerden elde edilmeyip, hatta malûmat bu kuşatılmış ilimden elde edilmiştir.

İnsanların ilimlenmesi mevcut olan ilmi öğrenmek üzeredir. Bu ilim hem çok teferruatlıdır, hem de henüz bilinmeyen gizli duran pek çok ilim vardır. Bütün bu mevcut olan ve henüz bulunamamış olan bu sonsuz ilim deryasında hepsini öğrenmek insan için zordur. Ayrıca insanın beş duyusu ve zâhiri ile bildiği ilim, ilmin aynı olmayabilir.

Bâtınen bilinen ilim yine sonsuz ve özel anlayış ister. Buna ilâveten Allah’ın ilminin, yarattığı her şeyi yaratmadan önce mevcut olduğunu düşünürsek, bu ilme yetişmenin mümkün olmadığını görürüz. İnsanlar ilim elde etmeyi kendileri için uygun görüp, ömürlerini bu işe ayırmış olsalar, meselâ bir hadis ilmini tam öğrenebilmek için ,eğer ezberlerine almak durumu da olsa ancak bir ömür ile bu ilme sahip olurlar. Belki de kendilerini hadis alimi olmakla bir gurura da kaptırırlar. Halbuki bu tür ilimleri öğrenmek, Allah’ın yarattığı bir ilmi öğrenmek olup, Allah’ın Zât’ını tanımak demek değildir. Bu ilimlerle ilimlenmeyi de yüce görmekle beraber, Allah’ı bilmek isteyenler için Marifetullah en şerefli ilim olarak kabul edilmiştir. Burada öğreneceğimiz şey, en şerefli şey olduğundan, Allah gibi en şerefli olanı öğrenme ilmi yani Marifetullah en şerefli ilimdir.

Alîm isminin insana tam olarak tecelliyatı yani yansıması ile o kişiye Arif denir. Ve Arif, marifet sahibi kişi olup; Allah’ı fiilleri, isimleri, sıfatları ve hatta Zât’ı ile bilen kişi demektir. Hatta bilmek kelimesi yetişmez, bunları kendinde bulan kişidir. Yüksek Allah Dostları olup, halka ışık tutarlar. Mülkün sahibinin tarifini yapmayıp, O’nu tanıtırlar. Bazılarının da marifet sahibi olmasına sebep olurlar.

Arif , alîmden kıymetlidir. Alîmin Allah’ın yarattığı bilgiler hakkında bilgisi vardır. Arifin ise, bu bilgileri yaratan hakkında bilgisi vardır. İnsanların çoğu Arif olmaya niyetli değildir. Alîm olmak daha tercih edilir. Zira insanlar boşluğa ve yokluğa gitmekten pek hoşlanmazlar. Hiç olmaz ise alîmin elinde ilmi ve itibarı vardır, amel defteri açıktır. Halbuki Arif olan öyle bir yokluğa dalmıştır ki elinde hiçbir şeyi kalmamıştır. Amel defteri de yoktur. Kendisi amel defteri olmuştur. Allah’ı bilmek keşiflerin en şereflisidir. Diğer keşfedilenler ise daha önceden yaratıldıkları için mevcudun keşfidir, keşfedilmiş değildir.

Ya Alim! Şehrine girilmez Ali’siz,
Orada bütün güller dikensiz.

ALİYY (el-Alî) (37)
Yücelerden Yüce

Kur’an-ı Kerim’de : sekiz yerde geçer.

1)Beş Âyette “Kebîr” ile beraber geçer: Nisâ 34/Hacc 62/ Lokman 30/ Sebe’ 23/ Mümin 12

2)İki Âyette “Azîm” ismi ile birlikte geçer: Bakara 255/
Şûrâ 4

3)Bir Âyette “Hakîm” ismi ile beraber geçer:Şûarâ 51

4)“Rab” ismi ile birlikte iki Âyette geçer: A’lâ 1/ Leyl 20

5)İki Âyette en yüce sıfatların O’na ait olduğunu vurgulayarak geçer: Nahl 60/ Rûm 27

6)Kur’an-ı Kerim’in 87.suresi “A’lâ” adını taşır.

Alî olana iman edenler de Alî’dir. Firavuna karşı ürperen Musa (a.s)’a: “Korkma en yüce sensin” buyurmuştur. Tâhâ 68

Muhammed (s.a.v) ümmetine: “Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer iman ediyorsanız en yüce olan sizsiniz.” buyurmuştur.
Âl-i İmrân 139

Bu isim derece olarak en üstün derece manâsına kullanılır. Allah O’dur ki, O’nun derecesinin üstünde bir derece daha yoktur. Alî ismi ulûvv aslından türemiştir. Ulûvv de yüce manâsını taşır.

Allah mahlûkatını farklı derecelerde yaratmıştır. Meselâ insan, hayvanların üstündedir. Melekler insanların üstündedir. Allah her şeyin üstünde bir derecededir.

Halbuki insanlar hisleri, akılları ve beş duyuları ile büyüklük, küçüklük, üst derecede, alt derecede diye karar verirler. Basîret olmadan his ve duyularla idrak ,muhakemede yetersiz kalır. Bu sebepten insanların Alî derecede olmaları mümkün olmadığı gibi, Alî derecede olanları idrak etmeleri de çok zordur. İman etmek gerekir ki Alî ismine layık olan Zât, ancak Allah-ü Teâlâ’dır. Çünkü insanlar bir gün yüceltir, diğer gün indirirler.

Bu ismin kula yansıması: Azın azı olmakla birlikte, mümkündür. Bunun için gerekli olan en önemli hususiyet o kişinin Allah’dan başka hiçbir şeye muhtaç olmamasıdır. Şükür ve hamdi kemalinde, lisanı yumuşak, varlık iddiasından kurtulmuş, ancak Allah’ın varlığı ile varlığını sürdürebilen, Allah’dan başka hiç bir şeye ihtiyaç duymayan, Allah’dan başka kimseden ummayan, korkmayan, çekinmeyen, sığınmayan, başka bir şey ile oyalanamıyan, tad almayan, hakkı yerine koyan, adil, kalbi kalplere hitap eden, ihtiyaçlının cevabı, insanlığın emânı olan kişidir.

ALLAH (1)

İSM-İ ÂZAM yani bütün isimlerin en büyüğüdür. Meselâ: Allah’ın Rahmet’i,Allah’ın Lûtfu, Allah’ın Adaleti denir de Rahman’ın Allah’ı denmez. Burada Allah isminin âdeta bütün isimleri kapsadığını görüyoruz. Kur’an-ı Kerim’de 2697 defa tekrarlanır. Aynı zamanda Lâfza-i Celâl diye de anılır. Allah kelimesi, O’nun vasıflandığı bütün sıfatların tümünü kapsar. Bu isim insanlık tarihi içinde hiçbir varlığa ad olarak verilmemiştir.

“ Hiç sen O’nun bir adaşı olduğunu biliyor musun?” Meryem 65
Bu âyet ,bu yüce ismin tarih boyu başka hiç bir varlık için kullanılmadığının delilidir.

Bu isim 99 ismin en büyüğü olup,bütün ulûhiyyet (ilâhlık) sıfatlarını kendinde toplayan ve tek olan Zât’a delâlet eder. Zira mevcut olan her şey yokluğa mahkûmdur. Ama Allah bâkidir. Diğer isimlerden farkı şudur ki , her isim ayrı bir manâya delâlet eder, bütün ulûhiyyet sıfatlarını kapsamaz ama Allah ismi bütün ulûhiyyet sıfatlarını kapsar. Onun için 99 ismin en büyüğüdür ve bu yüzden bu isim sadece Allah için kullanılır. Meselâ Samed, Rahim, Lâtif gibi isimler insanlarda kullanılabilir, lâkin Allah ismi insanlar için kullanılmaz.

Bu ismin kula yansıması, ancak Allah’ın büyüklüğünü anlamaya çalışmak, belki bu anlayıştan sonra kabul edip kendi acziyetini anlamaktır. O’nun ezeli ve ebedi aynı zamanda asla yok olmayan yaratıcısı olduğunu kalben de hissedip, O’ndan gayri hiçbir şeyden medet ummamak, O’ndan gayrine iltifat etmemek, O’ndan gayri hiçbir şeyden korkmamak. Sahip olduğu her şeyin, hatta sahip olamadıklarının ve de kendisinin de sahibinin O olduğunu bilmek; O’nun mülkünde ,O’nun muradı üzere ve O’nun iradesine tâbi olarak yaşadığını bilmek .

Kul, Allah’ı böyle bilirse Allah’ın kulu olur. Eğer böyle bilmez de başka şeyleri, bu bilgiye ortak ederse, ortak ettiklerinin kulu olur. O zaman anlıyoruz ki gerçek kulluk; Allah’ı bilmek ve Allah’lı olmakla olur. Mal, evlat, makam gibi dünya sevgileri bu ortaklıkta yer alır. Halbuki Allah hiçbir ortağı kabul etmez.

Beşerin dünya hevesinden sıyrılarak, Allah lâfzını bütün azalarında hissetmesiyle Allah’ın o kula şöyle bir yansıması olur: “Kulum nafilelerle bana o kadar yaklaşır ki ben o kulumun gözü, kulağı, eli, ayağı olurum.Kulum benimle görür, benimle işitir, benimle yürür.” Bu kudsî hadiste söz edilen nafile ibadetlerin bir kısmı da Allah’ın Ahlâkı ile ahlâklanmaktır. Bu isimler ile vasıflanan kişinin gözü çirkinlikleri görse de çözüm bulmak için görür. Nifak için değil. Ve gördüğü her şeyde Allah’ın varlığını hiç unutmadan görür. Ve yine bu isimlerle vasıflanan kişinin kulağı her ne işitiyor ise, orada Allah varmış gibi işitir. Kendisine bağırılmış olsa bunu hak ettiğini düşünür. Veya Allah’ın ahiret gününde kendini azarlayabileceğini hatırlar. İltifat duysa Allah’ın imtihanı olarak değerlendirir. Kulağını gıybet için veya çirkin işlere alet etmek için kullanamaz. Elini hak sahiplerinin haklarına uzatamaz. Her an Allah’ın kendisiyle beraber olduğunu bilip helâle uzanır. Helâle yürür.

Allah isminin kulda hasıl ettiği bir özellik de gafletsiz olmaktır. Bu gafletsizlik her an ve her şartta Allah’ın varlığını hissetmek demektir. İnsana yakışan odur ki bir nefes almak veya vermek kadar bile olsa Allah’sız kalmamaktır. Gaflet ise Allah’ın yakınlığını yani şah damarından yakın olduğunu unutmak halidir. İnsanın sadece Allah’a kul oluşu ile Allah o
kuluna öyle bir hürriyet verir ki bu hürriyet ilim ile desteklenen ve kudret ile belirlenen bir hürriyettir. Fani olan herhangi bir şeye esaret, insanı maddeye karşı bağımlı ve maddeye karşı aciz yapar. İşte bu da çok kıymetli olan kudretin yenilgisidir.İnsanı ve toplumları kudretli yapan ise sadece Allah’a boyun eğiştir.

Allah ismini zikretmek bu manâlar ışığında faydalıdır. Allah’dan gayrisine tâbi olanlar, medet umanlar, bağımlı olanlar yüz binlerce defa Allah ismini zikretse bir fayda bulamazlar.Allah, Allah Lâfz-ı Celâli ile bütün ulûhiyyet vasıflarını Zât’ında öylesine toplamıştır ki; kuluna merhameti sebebiyle bu vasıflardan hiç bir şey bırakmamıştır..Bizim bu bilgiye sahip oluşumuz, belki de Allah’ın yüceliğini kavramamıza sebep olarak, Lâfza-i Celâli anlamamıza yardımcı olacaktır.

Her ne varsa âlemde Zâtından eser,
Celâl ile Cemali cem etmek yeter.

AZİM (el-Azîm) (34)
Zât’ı ve sıfatlarının manâsı anlaşılamayacak kadar ULU olan

Kur’an-ı Kerim’de:

1)Allah’ın sıfatı olarak: Altı yerde geçer:Bakara 255 / Şûrâ 4 /Vâkıa 74,96/Hakkâ 33,52

2)“Kur’an-ı azîm” olarak Hicr 87

3)“Azabün azîm” olarak: Bakara 114/ Âl-i İmrân 105, 176/ Mâide 33,41/ Enfâl 68/ Nahl 94, 106/ Câsiye 10

4)“Ecrün azîm” olarak: Âl-i İmrân 172,179/ Mâide 9/ Tevbe 22/ Hucurât 3/ Tegâbün 15

5)“fadlün azîm” olarak Enfal 28

6)100 defa büyük başarı, büyük mükafat, büyük ahlak, büyük haber, büyük gün, büyük günah gibi, yarattıklarının sıfatı olarak geçer.

Bu isim ile Allah’ın büyüklüğü öylesine bir tariftir ki; bu büyüklüğü akıllar kavrayamaz. Allah’ın Azîm oluşu tek oluşu sebebiyledir. Çünkü benzetilip teşbih yapılacak başka bir şey daha yoktur. Meselâ kâinat, evren, güneş sistemleri de büyüktür. Lâkin bu büyük şeyleri yaratan yine Allah-ü Teâlâ’dır.

Meselâ, karınca için üzerine gelmekte olan, kendisini ezecek olan ayak en büyüktür. İnsan için ise, uzaklık, büyüklüğü küçültür. Uzaktan gelen bir gemiyi tırnağımızın ucuna yerleştirebiliriz ama yaklaştıkça biz geminin yanında nokta kadar kalırız. Geminin büyük olarak müşahadesi için mutlaka yakınında olmak icab eder.

İnsanların Allah’ın büyüklüğünü idrak edebilmeleri için; O’nu fiilleri, isimleri, sıfatları ile müşahade etmek; Zât’ını da Zât’ı ile bilmek icab eder. Bu ise, yakînden daha yakînde, Azametini, yani Ululuğunu bilmektir.

Fiilerini bilmek: Fail (yapan) olarak O’nu görmektir. Bu görüş: “ (taşları) attığın zaman sen atmadın, biz attık” âyetinde pekiştirildiği gibi, bütün işlerin O’na ait olduğunu hiç olmazsa ilmen bilmektir. Sonra bu biliş hayatın içinde yaşanarak, bütün işlerin Allah’a ait olduğunu kendiliğinden kabul etme haline geçer. Yani, gafletsiz olarak işlerin sahibi bilinir. O’nun yanında kendi muradının olmayacağı veya ancak Allah murat etmiş ise olabileceği fark edilir. Böylece kul, kendi acziyetinin bir kısmını anlamış olmakla, zannındaki Allah büyürken kendi küçüklüğü fark edilir olacaktır. Uzakta nokta gibi görünen geminin biraz daha yaklaştığında dumanın çıktığını fark etmek, ışığının yanıp yanmadığını fark etmek ne kadar yeterli bir biliş ise ; fiilleri ile Allah’ı biliş de bu kadar yeterli bir biliştir. Allah’ı fiilleri ile biliş, “kim?” sorusunu siler.

İsimleri ile biliş: İsimlerin manâlarını öğrenmek, bu isimlerin Allah’ın Ahlâkı olduğunu bilmek, bu isimler ile mümkünse isimlenmek, bu isimlerin hepsinden az bir miktar bile olsa pay alabilmek ve sonunda Allah’ın Ahlâkı ile ahlâklanmanın kolay olmadığını anlamak, bu pek az olan payı alabilmenin dahi zorluğunu anlayarak, Allah’ın azametini, bu payların hepsini kendinde topladığını düşünerek anlamaya çalışmaktır. Bu gemi örneğinde,
geminin rengi, yüksekliği, uzunluğu, sesi ile gemiyi tanımak gibidir. Allah’ı isimleri ile biliş, “Ne,Neden?” sorularını siler.

Sıfatları ile biliş: Allah’ın isimlerini ahlâk olarak, isimlerin doruğunda taşıması, O’nun vasıflarının bir kısmıdır. Bir diğer sıfat gurubu ise subuti olan sıfatlarıdır. (Zât’ına ait) Bu vasıfları ile Allah’ı biliş, kulu, O’nun tek olduğuna götürür. Burada yani teklikte kul o kadar küçülmüştür ki Allah’dan başka bir şey kalmamıştır. Geminin burnumuzun dibine girdiği an gibidir. Allah’ı sıfatları ile biliş, “Nasıl, Nereye,Kiminle, Nereden?” sorularını siler.
“Nereye baksanız, Allah’ın vechi ordadır.”
“Allah’dan geldik yine Allah’a gideceğiz.”
“O sizi bir bulanık sudan yarattı.”

Zât’ını Zât’ı ile biliş: Burada kul, ilahi azameti, uluhiyyeti, vahdaniyyeti, samediyyeti hakkı ile bilmiş olur. Bu hakkı ile biliş kulda ruh ile nefs arasında hiçbir perdenin kalmadığı çok yüksek makamlardan sonra ulaşılan makamsızlıkda yani Hak ile bâkî oluşta mümkündür.

Bu ismin insana yansımasına örnek: Peygamberler ve ariflerin kâmilleridir. Hz.Peygamberimiz dualarında, “Ya Rab! Seni hakkıyla senâ edemedim” derken, bu bilişin kademelerinden, ümmetlerine haber vermekte idiler. Peygamberlerin mirası olarak bu ilim, ümmetin varlığından kurtulmuş kişilerine aktarılmıştır. Bu sebeple onlar, Allah’ın lûtfu keremi ile dilediğine verdiği bu zenginliği, hazineyi insanlar için sebil ederler.

İnsanlardan bu isimden nasibini alanlar, Allah-ü Teâlâ’yı fiilleri, isimleri, sıfatları ile müşahede edebildiği kadardır.

BAİS ( el- Bâis) (50)
Ölümden sonra dirilten

Kur’an-ı Kerim’de:

1)Allah’ın nesneleri, cins ve türleri yoktan var etmesi: En’am 122 /Lokman 28

2)Kıyamet günü, ölüleri diriltmesi: Nûh 17-18/ Hacc 7 / Yâsîn 78-79/ Kaf 4

3)Yeniden dirilişi haber vermek üzere: Bakara 72-73-259-260. âyetlerde ölmüş ve parçalara ayrılmış canlıların yeniden nasıl diriltildiği, yani Allah’ın kudreti anlatılır.

4) Vâkıa 61’ de: “…ve bilmediğiniz durumlarda da sizi yeniden inşa ederek yaratırız.”
3Fâtır 22’ de : Ölüm gibi kabul edilen bilgisizlikten kurtuluş ile yeniden yaratılmış olmak, hayat bulmak söz konusudur. Bu yaratışlar kalplerin diriltilmesidir.
4
5) İlk yaratılış ve kıyamet günü olan yeniden dirilişi beraber zikreden; Tâhâ 55

Kelime manâsı ölümden sonraki diriliş demektir. Allah mahşer günü mahlûkatının hepsini diriltecektir. İmanın hakikatinde ahiret gününe ve yeniden dirilişe iman, böyledir. Bu diriliş dünyaya ilk gelişteki gibi bir diriliş değildir. Ve ölümden sonraki durum bir yokluk durumu da değildir. Bazıları için ölüm bir kavuşma, bahtiyar olma durumudur. Şöyle ki:

“ Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilâkis onlar Rableri yanında diridirler. Öyle ki Allah’ın lûtfundan kendilerine verdiği şehidlik mertebesi ile, hepsi de mesrûr olarak Cennet nimetleri ile rızıklanırlar. Peşlerinden henüz onlara katılmamış olan şehid kardeşleri hakkında da (O’nlara hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir)diye müjde vermek isterler .” Âl-i İmrân 169,170

Bazıları için ise bedbaht bir durumdur. Yine bunlar da diridirler. Lâkin Hadis-i Şerif’te buyurulduğu gibi “ Kabir ya Cehennem çukurlarından bir çukur, veya Cennet bahçelerinden bir bahçedir.”

Basîret sahipleri insanın ebediyet için yaratıldığını ve yokluğun olmadığını basîretleri ile, yani bâtıni müşahedeleri ile bilirler. Esas olarak anlatmak istediğimiz, ölüm cesed ile ilgilidir. Ruh asla ölmez, ebedidir.

Ölümden sonraki diriliş, yani ba’s dünyaya ilk gelişteki diriliş gibi değildir,yani insan için pek çok dirilişler vardır:

“ Bilmediğiniz yerde sizi yaratırız.” Vâkıa 61
“ Yemin olsun ki biz insanı çamurdan süzülmüş bir hülâsadan yaratmışızdır.Sonra onu sarp ve metin bir karargahta bir meni yaptık. Sonra bu meniyi kan pıhtısı haline getirdik. Derken o kan pıhtısını bir lokma et yaptık. O bir lokma eti de kemiklere dönderdik de o kemiklere de et giydirdik. BİLÂHARE ONU BAŞKA YARADILIŞLA İNŞA ETTİK.” Mü’minûn 12,13,14
“Sizi,ondan (topraktan) yarattık. Sizi yine ona döndüreceğiz. (Ba’s zamanında da) sizi bir kere daha ondan çıkaracağız.” Tâ-hâ 55

“Ey insanlar, eğer siz öldükten sonra dirilmek hususunda her hangi bir şüphe içinde iseniz, şu muhakkaktır ki biz sizi topraktan, sonra insan suyundan, sonra pıhtılaşmış bir kandan, daha sonra da hilkati belli belirsiz bir çiğnem etten yarattık. Size apaçık gösterelim diye. Sizi dileyeceğimiz muayyen bir vakte kadar rahimlerde durduruyoruz, sonra sizi bir çocuk olarak çıkarıyoruz, daha sonra da kuvvetinize ermeniz için (büyütüyoruz). Kiminiz öldürülüyor, kiminiz de (evvelki ) bilgi(sin)den sonra hiçbir şey bilmemek üzere ömrün en fena (devresine)doğru gerisin geri itiliyor. Sen yer(yüzünü)kupkuru ve ölü görürsün. Fakat biz onun üstüne suyu indirdiğimiz zaman o harekete gelir, kabarır, her güzel çiftten nice nebat bitirir.” Hacc 5

Kabirde geçen süre, kabir hayatı diye adlandırılır. İnanan insanın tekâmülü kabirde devam eder. Lâkin yaşarken olduğu gibi sür’atli olmaz. Kabirdeki diriliş insanın hakikatle karşılaşması demektir. Meselâ biriktirdiği malı, mülkü, parayı bırakıp kabre girmiştir. Senelerce koruduğu, kimseye istifade ettirmediği servetini bırakmış gelmiş ve şu anda işine yaramaz haldedir. Belki de pek çok kulun haklarını gasp ederek sahip olduğu her şeyin hesabı ile uğraşmakta, dışarıdakiler ise, rahatça harcayıp, savurmaktadır. Yaşarken öğrendiklerinin hakikatini hiç düşünmemiş ya da tam olarak inanmamış olduğunu artık anlar. Ama yapacak bir şey kalmamıştır. Her iş zamanında uyarılar ile yapılmalıdır.

“Günahkarların, Rableri huzurunda:(Ey Rabbimiz!Gördük,işittik. Şimdi bizi dünyaya geri çevir de güzel amelde bulunalım. Çünkü kat’i surette inananlarız)diye yalvarır olacakları zaman sen görsen onları.” Secde 12

“O halde, şu gününüze kavuşmayı unuttuğunuza mukabil tadın azabı! Doğrusu biz de sizi unuttuk! Yapmakta ısrar ettiğiniz kötülükler yüzünden tadın o ardı arası kesilmeyen azabı!” Secde 14

Peygamberimiz (s.a.v.) “ Ölmeden evvel ölünüz” demekle bu hakikati, yaşarken görünüz demek istemişlerdir. İnsanlar dünyadaki lûtfedilmiş nimetler ile oyalanırken, Allah’tan uzak kalmışlardır. Ölmeden evvel ölmekten murad edilen nefsin bütün musallatlarından kurtulmaktır. Bu pek kolay bir şey değildir. İnsanlara nimetler ve hatta ilim de verilirken, esastan uzaklaşmış oluyoruz. Fakat bu da Rabbimizin bir Rahmeti olup, hakikate karşı kuvvetli olanlar için hakikat verilmiş oluyor. İlim ile, sanat ile uğraşanlarda yine de diğer dünya zevkini tercih edenlere göre bir fark vardır ki, uğraştıkları şeyler insanı diğer kötü ahlaktan nisbeten korumuş olur. Meselâ bu türlü kimseler arasında ihtiras, haklara tecavüz, hatta gasp etme görülmez denebilir. Bunun gibi daha pek çok kötü huy yer etmez. Dünyaya düşkün olup, canavar haline gelen gibi asla olmaz. İlim ve sanat bu bakımdan tavsiye edilen önemli bir şeydir.

Bais isminden kulun nasibine gelince; insanların bu isimden nasibi, nefislerinin kötü ve fahiş isteklerinden kurtuldukları kadardır. Alimlerin çoğu, insanlara Allah yolunu gösterdikleri için bu isimden nasiptardırlar. Fakat nefislerinin etkisinden kurtuldukları kadar sözleri etkili olur. Eğer tavsiye ettiği, kendinin yapmadığı bir şey ise sözü etkili olmaz, yani kalbe işlemez. Bu bakımdan alimlerimize çok iş düşmektedir. Önce onlar ilimleri ile amel etmeliler, sonra halka bunu tavsiye etmeliler. Bu bakımdan sorumlulukları da diğer insanlara göre daha fazladır. Meselâ, aslında eli sıkı olan bir alim cömertliği ne derece tavsiye edebilir?

Bais isminden gerçekten nasibini almış olan kişi; ölü kalpleri diriltir. Ölü kalp demek, içi dünya sevgisi ve ihtirası ile dolu olan kalp demektir. İnsanların yaşama sevinçleri ihtiras ve hırs ile olur. Görünüşte canlılık arz eden bu durum aslında kalbin ölmüş olmasının delilidir. İşte bu ölmüş olan kalbin diriltilmesi demek, kalpten olumsuz her şeyin çıkarılması demektir. İnsanlara ölmeden evvel ölmek Peygamberimiz (s.a.v.) tarafından ısrarla tavsiye edilmiştir. Yani kalp tasfiye edilince insanlar görünüşte ölüler gibi olurlar. Bu bakımdan bazılarına göre din, miskinlik gibi addedilmiştir. Fakat esas orta yol yolcularının hali, yarın ölecekmiş gibi hazırlıklı olmak, hiç ölmeyecekmiş gibi de çalışmaktır. İşte bu orta yolu tutturabilmek çok zordur. İnsanlara dünya nimetlerinden kopmak, ayrılmak çok zor gelir. Halbuki “dünyayı terk edin” emri vardır. Hem dünya nimetlerinin içinde yaşamak hem de onları değersiz görüp, sıyrılmak insanda yaşam zevkini ve dünya şevkini yok eder. Kalpten boşalan bu zevklerin yerini Allah ile beraber olma zevki alıncaya kadar bu böyle devam eder. Ne zaman ki kalbi Allah doldurur, o zaman kişi dünya nimetlerinden alınan zevkin bir oyalanma olduğunu anlamış olur. Gözünde bütün dünya zevkleri değerini kaybeder. Ve dünyanın terki artık zorla, çalışarak değil; tabii olarak oluşursa, o zaman huzurda olmanın huzuruna kavuşulmuş olarak yaşanmaya başlanır. İşte bu ölmeden evvel ölmenin hakikatidir.

Kalbin malâ yani ile yani Allah’tan başka şeylerle meşguliyeti, aklın meşguliyetini getirir ve bedeni de yorar. Bu sebeple namaz ve zikir tavsiye edilmiştir. Namazın kendisi zikirdir.Yani Allah’ı hatırlama, anmadır. Burada, hiç değilse belli zamanlarda, olumsuzluklardan uzaklaşmak ve mümkün olursa Allah’ı hatırlamak, anmak için kalbin dirilmesi söz konusudur. Kısaca şöyle denebilir. Kim ki Allah’ı tanıyor, sık hatırlıyor, yaptığı her işten haberdar olduğunu biliyor, o kişi diridir. Allah’dan uzak olan, anmayan, hiç yokmuş gibi davranan ise ölüdür. İşte Bâis isminin kemal ile yansıdığı kişi, kullara bildiği, tanıdığı Allah’ı anlatır ve onların Allah ile yakınlaşmasına vesile olur. Günahları ve tevbenin hakikatini anlatır. Önce kalpte pişmanlığın doğmasına sebep olur. Pişmanlık doğması kalbin ölü halden çıkacağına delildir. Çünkü ölü bir kalpte asla pişmanlık olmaz, günahlarına ve etrafına verdiği zararlara devam eder, hatta kendisini hep haklı görecek sebepleri de hazırdır.

Bais olan kişiler taleb edene verirler, konuşur, anlatır, kalpleri aydınlatırlar. Bu isim böylesine bir kemal ile herkese nasib olmaz. İsa (a.s.) da bu isim şiddetle vardı. Ölü kalpleri dirilttiği gibi, (o günün insanlarından kalplerin dirilişini anlamayanlar için) ölüleri diriltme özelliği de verilmişti. Bu ismin sahipleri ölmeden evvel ölme sırrına erişmiş velilerdir. Onlar verilen ya da verilmeyen her şeyden razı hatta memnundurlar. Dünya bütün saltanatı ile kendini sunsa ,onlar için önem taşımaz, hatta fark edemezler bile. Ne dünyanın ne de ahiretin güzellikleri ile değil, güzelin kendisi ile meşgul olurlar. Yaşama sevinçleri, bir kişi de olsa kurtuluşuna vesile olmaktır. Kendinden başka herkes için duacıdırlar, onların iki cihanda saadetlerini isterler. Kendileri için ise ne verilmişse memnun ve razıdırlar. Düşmanları yoktur. Ayırım yapmazlar, zengin ve ünlüler ile işleri olmaz. Ne makam, ne ün, ne de dünya metaı onları ilgilendirmez. Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmaz ve çekinmezler. Ne geçmiş, ne gelecek hiçbir düşünce onları hak ve adaletten ayırmaz. Allah ile dolu bir kalbin sahibi sürurdadır, sıkıntı bilmez. İnsanlar da onun yanında bütün dertlerini, dünya gailelerini unuturlar. Allah’tan uzak olanda ise, kasvet ve sıkıntı olur. İnsanlar yanında sıkılır, durmak istemez. Kalpte öfke varsa Allah olmaz. Ya da Allah’ın olduğu kalpte öfke, hased, haksızlık, kin nefret olmaz.

İnsanların bazen ibadet yaparken bile Allah’sız oluşu mümkündür. Meselâ oruçlu iken kızan, öfkelenen, kötü söz söyleyen, Allah’sız olarak yani kalbinde Allah olmadan oruç tutmaktadır. Bunu söylerken insanların bu ibadetlerden uzaklaşmasına sebep olmak değil, kendilerini, nefislerini murâkabe edebilmeleri için söylemekteyim. İbadetler elbette çok önemlidir. Ama geçerli olan kulluğa sadece bununla varamayız, kendimizi gözetlemeliyiz ve nefsimizden haberli olarak ibadetlere ve iyi işlere yönelmeliyiz.

AZÎZ (el-Azîz) (9)

Eşi benzeri bulunmayan;değerli,şerefli,güçlü;daima galip olan

Kur’an-ı Kerim’de takribi 90 kadar âyette geçer. Tek başına hiç kullanılmamış olup, ya bir başka isimle birlikte veya Allah’ın izzet sahibi olduğuna dair bir niteleme ile geçer.
1) Alîm,Hamîd,Rahîm isimleri ile birlikte , Lâfza-i Celâl yerine kullanılmıştır.
Azîzü’l- Alîm, Azîzü’l- Hamîd, Azîzü’r- Rahîm gibi…
En’âm 96/ İbrahim 1/ Şuarâ 217

2) Allah, Zât’ını izzet sahibi olarak nitelendirir, Sâffât 180

3) Allah’a ait sıfat olarak:
“Kim izzet ve şeref istiyor idiyse ,bilsin ki izzet ve şerefin hepsi Allah’ındır.”Fâtır 10

“ Ey Resûlüm! İnkârcıların sözleri sakın seni üzmesin. Çünkü bütün izzet ve üstünlük Allah’a aittir.” Yunus 65

4) İzzetin Allah’a, Peygamberimiz’e ve mü’minlere ait olduğuna dair: “Asıl üstünlük (izzet) Allah’ın, Peygamberinin, ve Mü’minlerindir.” Münafikûn 8

5) Firavun’un kibir ve benliğini belirtmek üzere,yine izzet kullanılmıştır,lâkin çirkin bir sıfat olarak işaret edilmiştir;
“ Böylesine (Allah’dan kork!) denilince, benlik ve gurur-izzet- kendisini günaha sevkeder.” Bakara 206
“Öğüt veren Kur’an’a yemin ederim ki küfredenler, iddialarının aksine,bir gurur-izzet- ve tefrika içindedirler.” Sâd 1,2

6) Allah’ ın, suçluların cezasının büyük olacağına dair mutlak güç sahibi olduğunu bildiren âyetler: Âl-i İmrân 4/ Mâide 95/ İbrahim 47 / Zümer 37
“ Azîzün zü’ntikam” intikamın aziz oluşu manâsındadır.

7) Azîz ismi ekseri bir başka isimle birlikte kullanılıp, diğer ismin manâsını,Azîz ismi ile birlikte kuvvetlendirmek, birbirini doğrulamak üzere kullanılmıştır:
Azîzü’l- Hakîm, Azîzü’l- Alîm, Azîzü’l- Hamîd, Azîzü’l- Kavî, Azîzü’l-Muktedir, Azîzü’r- Rahîm, Azîzü’l- Gafûr, Azîzü’l- Vehhâb gibi…

Emsali az bulunan, kendisine şiddetle ihtiyaç duyulan, ulaşılması güç olan, bu üç manâyı kendisinde toplayan, Azîzdir. Bu ise Allah-u Teâlâ’dır.

Emsali az bulunandır: Zira Allah emsal bakımından tektir. Fiileri, isimleri, sıfatları, Zât’ı bakımından tektir. Allah’ı hakkıyla ancak yine Allah bilir sözü emsalinin olmadığına delildir. Emsalinin olmayışı sebebiyle Allah’ı bilmek, hakkıyla tanımak çok zordur. İnsanlar isimlerin kemali ile isimleriyle; sıfatlarının kemaliyle sıfatlarıyla, Allah’ı bilseler bile, Zât’ı ile bilmek müşküldür.

Kendisine şiddetle ihtiyaç duyulandır: Zira insanlar Allah’a her zaman ihtiyaç duyarlar. Dünya hayatında , sıkıntılı anlarda kalp medet isteyeceği yeri bilir.Belâlarda, musibetlerde ve çaresiz durumlarda Allah’dan yardım istenir. İnsanın imanı olmasa bile hiçbir şey ile çözülemeyen sıkıntılarda mecburen Allah’a sığınılır. Ahiret için de O’na şiddetle ihtiyaç vardır.Allah’ın dünya ve ahiret için bol olarak sebil ettiği merhameti(rahmeti) sığınma sebebidir.

Ulaşma güçlüğü: O merhametlilerin en merhametlisi olup, insanları kendine çağırırken bir yandan da insanların kolayca ulaşamayacağı şekilde Zât’ını perdeler. Azizliği sebebiyle bahâsının bilinmesini ister. İnsanların kıymet verdikleri her şeyden daha kıymetli ve tercih edilebilir olduğunu belirtmek için binlerce perde ile bâtınını gizlemiştir.

Aziz isminin insana yansıması: Bu ismin yansıdığı kişiler bu üç özelliği taşır. Emsali zor bulunûr çünkü, kalplerinde dünyayla ilgili bir istek ve ahiret ile ilgili bir beklenti kalmamıştır ve kendi varlıkları Aziz olan Allah’ın varlığında yok olduğu için kendisiz kalmış, diğer yaratılmışlara hakkıyla yönelmişlerdir.

Kendilerine duyulan ihtiyaç şiddetlidir çünkü, her devirde aldanmadan Allah’a giden ve aldatmadan götürenler pek az olmuştur. Bu sebeple böyle bir yol göstericiye ihtiyaç elbette fazladır. Bu kişiler insanların dünyevi sıkıntılarını giderip, ilmî sorularına cevap olmakla kalmazlar, ahirete ait kazanç yollarını ve bu yollardaki hakikatleri apaçık bildirirler.

Ulaşılması zordur çünkü, kendilerini şöhrete götürecek yolları kaparlar, insanlardan kaçarlar. Kendilerini belli etmezler. Bilirler ki Allah ihtiyaç sahibini bir şekilde kendisine gönderecektir. Hatta insanları zorla düzeltmeye kalkmazlar. Sadece ihtiyaç sahibinin ihtiyacını karşılamakla yetinirler.

Azîz isminin tam olarak yansıması kutbiyyet makamıdır. Dereceli yansımaları ise inanan herkes için mümkündür.

Zât’ını Aziz kıldın, emsalin hiç bulunmaz
Sana ihtiyaç duyan, başka şeye duyamaz

BÂKİ (el-Bâkî) 96)
Varlığının sonu olmayan

Kur’an-ı Kerim’de :

1)Beka vasfı sadece Allah’a izafe edilmektedir. Tâhâ 73/ Rahmân 27

2)“lâ-yemût” olarak nitelenen : Furkân 58

3)“ebka” olarak ahiret hayatının baki oluşu ile ilgili olarak: A’lâ 14

Allah, varlığı zaruri olan mevcuttur. Tasavvurlarda geleceğe izafe edildiğinde Bâki, geçmişe izafe edildiği zaman ise Kadîm ismini alır. Mutlak Bâki, gelecekteki varlığı düşünüldüğünde, bir sona dayanmayan yani ebedi olandır. Mutlak Kadîm ise geçmişteki varlığının devamı bir evvele dayanmayandır. Geçmiş ve gelecek arasındaki zaman kısmına değişim ve hareket girer. Değişim ve hareketten münezzeh olan Allah ise zaman içinde değildir. O’nda ne mazi ne de istikbal kavramı vardır. O, bütün zamanları kaplar fakat bütün zamanların dışındadır. Çünkü Allah zamanı yaratmadan önce vardı. Zamanı yarattıktan sonra Zât’ında bir değişiklik olmamıştır. Zamanı yarattıktan sonra da önceki hali üzere kalmıştır.

Allah için Bâki isminin yanısıra aynı manâları ifade etmek üzere, “Ahir”, “Samed”isimleri de kullanılmıştır. Furkân 58.Âyette “Hayy” ismi ile anıldıktan sonra, “lâ-yemut” yani ölümden münezzeh olarak anılmıştır. Burada da “Bâki” isminin manâsı vardır.

Bu ismin insana yansıması: Derece derece mümkündür. İnsanların bir kısmı yaşamlarında yaptıkları iyi işler ile unutulmaz ve ölümlerinden sonra da sanki yaşıyormuş gibi olurlar. İnsanlığa eser veren, böylece eserleri ile faydalı olan kişiler de ölümsüz gibi olurlar. Tarihi yazarak nesillere bırakan kişiler, din ve dünya ilminde insanlara ışık tutan kişiler bu şekilde iz bırakıp, anılırlar. Bu bekâ, dünya hayatı süresince bâki oluştur. Ve belki de bir zaman sonra, unutulabilirler.

Esas Bâki oluş, Allah’ı tanıma yolunda kazanılandır. Bu yolda kişi ilerlerken, bazı safhalardan geçer. Bu safhaları yaşarken kendi varlığından sıyrılıp, hakiki varlığı tanıma ve O’nda yok olma,O’nunla beraber olma ve O’nda O’nunla birlikte Bâki olma mümkündür. Yüksek makamlara ulaşabilen kişilere has olan bu durum, nadirin nadiri olsa da mümkündür. Söyledikleri sözler asırlar boyu unutulmaz, yazdıkları nesillere intikal eder. Sözleri ve halleri insanlara ışık tutar. Etki alanları hem yaşadıkları devirde, hem de daha sonra kitlelere ulaşır. Onların bekaları, yine Bâki olanın ihsanı iledir. Bu çalışmakla olmayıp, Allah’ın lûtuf ve kereminden ihsan edilendir. Allah-ü Teâlâ’nın hiçbir şeyde insanda olduğu kadar zahir olmadığı delillerinden bir delildir.

Bâki oluş, her türlü esaretten kurtulmadır. Ancak bütün arzu, ihtiras, tutkulardan kurtulabilmek çok kolay değildir. Çevrenin baskısı, şan ve şöhret baskıları, varlığını yüksek kıymette sürdürme isteğinin baskısı, ailenin, âdetlerin baskısı, bütün bunlar kişiyi öyle yakalar ki, nefes alacak kadar bile fırsat vermez. Birinden kurtulunsa diğerinin tuzağına düşülür. Kısaca bu baskılar ile hayal olarak meydana getirdiği kendini ,yani vehimden ibaret olan varlığını devam ettirebilmek için yeni esaretler peydah eder. İşte bu hayal olan varlığından kurtulup, kendi hakikati ile yüzyüze gelmeden, esaret bitmez. Esaret ise bâki olmaya en büyük engeldir. Esaretten kurtulmaya vesile olan muhabbet ise, kişiyi diğer esaretlerden kurtarıp, yalnızca sevdiğine esir ettiğinden, esaret sayısını bire indirdiği için kıymetlidir. Yunus Emre’nin “ölen hayvan imiş, aşıklar ölmez” beyiti bunu açıklar. Yani hayvani nefis sahibi olanlar ölünce ölmüş olur, lâkin aşık olanlar ölse de ölmemiş gibi olur demektedir. Bunun da sebebi aşk ile kalbin yumuşaması, teke yönelme ile diğer fahiş isteklerden kurtulması, iyi şeyler yapıp, iyi anılmasıdır. Yunus Emre’nin bâki oluşu gibi…

BEDÎ (el-Bedî) (91)
Varlıkları eşsiz ve benzersiz sanatkarane bir şekilde yaradan

Kur’an-ı Kerim’de:
İki Âyette “Bedî’u’s-semavati ve’l-ard” yani (göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısı) anlamında, Allah’a nispet edilerek:Bakara 117/ En’âm 101 de geçer.

Allah, Mutlak Bedî’dir. Ezeli ve ebedi olarak benzersizdir. Ne Zât’ında, ne sıfatlarında, ne fiillerinde ne de O’na ait her hangi bir şeyde benzeri yoktur. Yaratmış olduğu her şey de benzersiz, eksiksiz ve kusursuzdur. Mahlûkatının yaşam şartlarına uyumlu olabileceği tarzda zâhirini yaratmakla birlikte, yaşamını en uygun sürdürebileceği şekilde derin anlayış ve iz’an vererek bâtınını da kusursuz yaratmıştır. Karıncanın çelimsizliği toprağı kazmasına mani değildir. Devenin su depolaması çöl yaşamı için en müsait yaratılış biçimidir. Su içinde yaşayana hava ihtiyacı verilmemiş, hava ile yaşayana suda yaşama imkânı verilmemiştir. Havada uçana kanat gerekmiş, ama yerde yaşayana kuvvetli ayak verilmiştir. Ölüden diriyi çıkarırken (toprağın canlanışı, ölü kalplerin dirilişi),diriden ölüyü çıkararak (nefsi etkisiz kılmak, ölmüş çocuğun annesinden çıkışı), çeşitli misallerle kudretini sanatkârane bir şekilde sergilemiştir. Âlemlerin yaratılışı hem fevkalâde bir düzen içinde, hem de insanoğlunun ihtiyacına cevap verecek ve göz, kulak gibi duyularına hitabedecek tarzdadır. Bütün sistemler yaratılışın ilk emri ile kendi kendine gibi işlemektedir. Her insanın ne iç âlemi ve ne de dışı birbirine benzemez. Milyarlarca insanın bu çokluğu yanı sıra, her biri tek başına bir âlemdir. Biri diğerinden farklı, davranışları, halleri arzuları, ahlâkları farklıdır.

Bu ismin insana yansıması: Her insan için hemen hemen vardır. İnsan Allah’ın yarattığı bir şey olarak, O’nun bu ismi ile isimlenmiştir. Sanatkârlar içlerindeki ilhama uyarak ve taklit olmamak üzere sanatlarını icra ettiklerinde, benzeri olmayan eserler verirler. Müzik, resim, ve diğer güzel sanat dallarında, sanatkârın eserleri, Bedî isminin yansıması ile olur. Bu Allah’ın dilediğine verdiği bir lûtuftur. Bu sebeple sanatkâr kıymetli kişidir. Allah’ın bu isminin yansımasının aleni olarak ve herkes tarafından şahit olunuşudur. Böylece sanat eserleri de, kendi çapında kulca bir Bedî olmadır. Bir ayakkabıcının, oymacının, dokumacının eserini imal ederken de, aynı şeyler geçerlidir.

İlim ile uğraşanların da icad ettikleri şeyler böyle bir sanattır. İcad ettikleri aslında malûm olan olduğu halde yine de ilk defa su yüzüne çıkaran kendileri olduğundan, sanat olarak kabul edilir. Hepsi de gerek sanatını icra ederken ve gerekse bir buluş ile meşgul iken, diğer insanları istilâ eden kötü hallerden uzak kaldıkları için kalplerini de korumuş olurlar.

Peygamberlerin çoğunun bir sanatı vardı. Velilerin de hatta geçimleri sanatları iledir. Geçimlerini sağlamak için olmasa bile, hoşlandıkları için, faydasız ve lüzumsuz şeylerden uzak kalmanın lûtfunu gördükleri için, sanatı, sanatkârı severler. Güzel sanatların tarih içinde kaybolmadan intikalinin, bu kişilerin katkılarıyla olduğunu söyleyebiliriz. Sanatkâr, Allah’ın yarattığı güzel şeyleri farklı gözle görür ve bize kendi gördüğünü yansıtır. Müzisyen ise doğanın duyamadığımız seslerini duyarak bize duyurur. Bu, onlara Allah’ın dileyerek verdiği lûtfudur.

Peygamberlerinden veya velilerinden veya alimlerinden biri, belli bir husus dolayısıyla asrının Bedî’i olabilir. Fakat bu durum bütün asırları kapsamaz. Ancak kendi asrı dahilinde olabilir. Mutlak Bedî, Allah-ü Teâlâ’dır.

BERRU (el-Berr) (77)
Çok iyilik eden

Ber,birr,bâr,ebrar,berere aynı köktendir.

Kur’an-ı kerim’de:

1) Ber olarak: “Bundan önce (dünyada iken) biz Allah’a dua ederdik. Şüphesiz O, çok iyilik edendir, çok merhamet sahibidir” Tûr 28

2)“ birrü’l-valideyn” yani ana-babaya saygı ve itaat olarak, birr ve ebrar(çoğul) diye: Meryem 14,32/ Âl-i İmrân 193,198/ İnsan 5/ İnfitâr 13/ Mutaffifîn 18,22

3) İnsanda “birr” faziletinin oluşması ile, “ ber” olarak nitelik kazanacağını bildiren: Bakara 177

4)“ber” olarak, “yeryüzü, kıta” manâlarında da : Mâide 96/En’âm 59,63,97/Yûnus 22

“Namazda yüzlerinizi doğu ve batı yönlerine döndürmeniz birr değildir. Fakat birr, Allah’a, Ahiret Gününe, Meleklere, Kitaba ve Peygamberlere iman eden, malını sevgisine rağmen akrabaya, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere, köle ve esirlere veren, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, ahidleştikleri zaman sözlerini yerine getirenler, sıkıntıda, hastalıkta ve muharebenin kızıştığı zamanlarda sabrü metanet gösterenler (in birridir). Onlar( yok mu? İmanlarında ve birr-ü taat iddiasında) sadık olanlar onlardır ve onlar takvaya erenlerin de ta kendileridir.” Bakara 177

Berr ismi her türlü ihsan, lûtuf, mağfiret, rahmet kısaca iyilik ve sözünde sadık olma manâlarını taşır. Allah kullarının az bir iyiliğine karşı, çok verendir. Lûtuf ve ihsan budur. İlâhi İhsan dini ve dünyevi olur. Her ikisi de, Allah’ın Fazl-ı Kerem’indendir.

Bu isim kula yansıdığında : O kişi iyilik sahibi olur, kimseye hased etmez. Etrafının sahip oldukları ile mutluluk duyar. İnsanlara iyilik ve ihsanda bulunması, Allah’ın Ahlâkından bir örnektir. İnsan ne kadar Allah’ın Ahlâkı ile ahlâklanmış ise, o kadar iyilik ve ihsanda bulunûr.

Aslında her iyilik ve ihsan, Allah’tandır. Kulun gücü buna yetmez. İnsan egosu daima kendini düşünmeye sevk eder. İşte kulda Allah’a ait vasıflar zuhur edince , o zaman iyilik ve ihsanda bulunabilir.

Özetle Berr ismi, kulun Allah’ın isim ve sıfatları ile vasıflandığı miktar kadar yansır.

CÂMİ (el-Câmi’) (87)
Her şeyi Zât’ında toplayan

Kur’an-ı Kerim’de:

1)Allah’a izafe edilerek: “ Ey Rabbimiz! Gerçekleşmesinde şüphe olmayan günde, insanları bir araya toplayacak (cami’u’n-nâs) olan sensin!” Âl-i İmrân 9

2)Yine Allah’a izafe edilerek: “Allah münafıkları ve kâfirleri mutlaka bir araya getirecektir” Nisâ 140

3)Mü’minlerin bir iş üzerinde cem oluşları ile ilgili olarak: Nûr 62

4) “yevmü’l-cem” toplanma günü olarak,ahiretin nitelenmesi: Şûrâ 7/ Tegâbün 9

1)Allah’ın kıyamet gününde cem fiili ve bu fiilin uhrevi tecellilerini ifade eden: Nisâ 87/ En’âm 12/ Kehf 99/ Mürselât 38

2)Allah’ın kalbleri cem edişi ile ilgili olarak : Enfâl 63

Allah; bütün övgü ve erdemleri Zât’ında toplayan; evrendeki tüm varlıkları tam bir ahenk içinde toplayıp, düzenleyen; bütün mahlûkatı hesaba çekmek üzere kıyamet gününde bir araya getiren Zât’tır.

Allah inananları dünya hayatı sırasında da bir araya getirmek, böylece birlik ve kuvvet sağlamak ister. Hac zamanı bütün ülkelerden gelen inanan insanlar, birlikte ibadetlerini yaparlar. Bu insanlar, başka şartlarda bir araya belki de gelemezler. Bayram namazlarında, Cum’a namazlarında, cemaat namazlarında, iftar sofralarında cem oluş, hep Allah’ın muradı üzere beraber oluşlardır.

Ayrıca insanlar arasında aile olmak, akraba olmak, dost olmak, arkadaş olmak, kardeş olmak gibi bağlılıklar lûtfederek ve gönüllere de bir sevgi vererek, kalplerin birleşmesini sağlamış olur.

Allah, ölmüş olanları ahiret hayatında bedenlerinin esas unsurlarını bir araya getirerek, yeniden canlandıracaktır. İnsanları hesaba çekmek ve aralarındaki anlaşmazlıkları gidermek üzere huzurunda toplayacak, sonunda salihler Cennet’te, facirler de Cehennem’de cem edileceklerdir.Allah birbirinin zıddı olan şeyleri de bir araya toplar. Mıknatısın artı ve eksi uçları gibi.

Bu ismin insana yansıması: Zâhiri ile bâtınını bir arada toplayan kişi el-Câmi ismini almış olur. Zâhiri, takvası, bâtını da marifetidir. O halde Marifetinin nûru, takvasının nûrunu söndürmeyen kişidir. Bu kişi İnsan-ı Kâmildir. Bir başka anlayışla sabır ve basîreti bir arada toplayan kişidir. Sabır ile basîretin bir araya getirilmesi imkânsız gibidir. Zühd ve takvası olanın basîretten mahrum olduğunu, basîretli kişide de sabrın bulunmadığını müşahede ediyoruz.

Bu kâmil kişiler, kendilerindeki cem’i tamamladıktan sonra, etraflarındaki insanları bir Allah yanında toplarlar. İnsanların aralarında dostluk kardeşlik hasıl ederek, birleşmelerine sebep olurlar. İnsanların hayırlı işlerde, ibadetlerde ,önemli günlerde, yardımlaşmaları için bir araya gelmelerini sağlarlar. İnsanlar arasındaki farklılıkları kaldırıp, farkın sadece Allah’tan sakınma nisbetinde olduğunu yerleştirirler. Kalplerde güzel ahlâkı toplarlar. Bu kişiler Câmi’dirler. Cem olmuşlardır. Cem makamındadırlar.

CEBBÂR (el- Cebbâr) (10)
Her durumda mutlak iradesini yürüten, her güçlüğü kolaylaştıran,yerine göre zor kullanarak islâh eden

Kur’an-ı Kerim’de:

1) Allah’ın ismi olarak: Haşr 23

2) Kur’an-ı Kerim’de ikisi çoğul kullanılmak üzere(cebbarin), dokuz âyette yerilen insani sıfat olarak geçer. Bu yerilen sıfatlar, kaba, kibirli, zorba, bencil manâlarında kullanılmıştır. Meselâ: Hud 50/ İbrahim 15/ Meryem 14/ Kasas 19/ Mü’min 35/ Kaf 45

3) Hz.Muhammed (s.a.v.) ve Hz. İsa’nın beşeri anlamda, kötü olan bu vasıftan münezzeh olduğu bildirilen:
Kaf 45/ Meryem 32

Allah her işte hükmünü yürütür. Kudreti bunu sağlar. Kimsenin hükmü O’na geçmez, kimse O’nun kudretinden kurtulamaz.

Cebbar isminin kula yansıması: Bu isim kendisine yansımış olan kul, uyma derecesinden uyulma derecesine yükselmiştir. Derecesinin yüksek oluşunda tektir. Hareketlerinde, tavırlarında ve davranışlarında fevkaladelikleriyle çevresindekileri kendisine uymaya mecbur eder. Halk O’ndan istifade eder ve O’nu örnek almaya kendini mecbur hisseder. O halktan istifade edemez. O halka tesir eder, fakat halk O’na tesir edemez. O’nu gören tekrar görmek için şevk duyar. Kimse O’nun derecesine çıkabileceğini ümit etmez.

O’nun halk içinde zenginliği yoktur, Allah’la zengindir. Şöhreti yoktur. Ama Allah’ı bilir ve Allah tarafından bilinir. Belki ilmi de yoktur. Marifetullah sebebiyle söyletilir.

Hüküm Senin, hüküm Sensin, hakim de
Kulun benim, hükmedersin acizde…

CELİL (el-Celîl) (42)
Azamet sahibi

Kur’an-ı Kerim’de: “zü’l-celâli ve’l-ikram” şekliyle iki âyette geçer: Rahman 27,78

İsmin manâsı ; Celâl sıfatlarını kendisinde toplayan demektir. Celâl sıfatları: Muhtaç olmama, ilim, kudret, hakimiyet, bütün noksanlıklardan münezzeh oluştur. İşte bu sıfatları kendisinde toplayan mutlak Celil, Allah-ü Teâlâ’dır.

Celil ismi sıfatların kemaline delâlet eder. Kebir ismi Zât’ın kemaline, Azîm ismi ise hem Zât’ın hem de sıfatların kemallerinin toplamına delâlet eder.

Celâl sıfatlarını kendisinde toplayan, CELÎL’dir.
Cemal sıfatlarını kendisinde toplayan CEMÎL’dir

Basîret , beş duyu ile idrak etmenin dışında, Allah’ın kalbe doğrudan bildirdiği, ve içine şeytanın ve nefsin karışmadığı bir kalp görüşüdür. Basîret ile Celâl sıfatlarının idraki, Cemal ismini alır. Cemal isimlerin güzel olanlarının topluluğudur. Meselâ bu bakış açısından, Adl veya Kahhar ismini anlamak ve bu isimlerden haz almak mümkün değildir. Meselâ Celâl’i idrak edebilmek için Adl ismini anlamak ve hatta haz almak lazımdır. Belki Allah’ın adaleti bazısına ağır imtihanlardadır. Meselâ varlık sebebi ile ahlâkı bozulacak olanı, yokluk ile yaşatmayı, bu adaletin içinde bulabiliriz. Şimdi bu yokluğa tahammül zor iken, bundan hatta haz almak mümkün değil gibidir. Bu sebepten insanlara razı olmaktan önce sabır tavsiye edilir. Hz.Peygamberimiz (s.a.v.) “Fakrım ile iftihar ederim.” derlerken, yokluğundan razı oluşunu dile getirmişlerdir. Bu da yüksek makamlarda olanlara ait bir deyiştir.

Hulâsa bütün kemalât, ahenkli ve güzel olarak, haz alınan birer Cemal özelliğidir ve bâtıni gözle bunu seyretmek hoşluk verir. Celâl ise, eğer kişi konunun aslına vâkıf olacak bir idrake henüz ulaşamamışsa, acı verir. Kişi, Allah’ın isimleri ile isimlenmiş ve kemal derecesinde bu isimlenme hayatına geçmiş ise, yani sıfatlar ile sıfatlanmayı tamamlamış ise, bu noktadan sonra Celâl ile Cemal aynı olur. Celâl’de Zâti sıfatlar kemalinde olarak bulunduğundan, bir kişide Zât tecellisi olmadan Celâl idraki olamaz. Celâl ancak azın azı tarafından anlaşılır. Umum Cemal peşindedir, hem haz olarak hem de idrak olarak insanlar için anlayışa ve hazza açıktır.

İnsanın bu isimden payı: Celîl ve Cemîl ismi ile isimlenmiş kişilerin bâtıni sıfatları yani ahlâkı, Kur’an Ahlâkı’na uyar. Basîretli kişiler de bu kişileri tanır, anlar. Kalpler yanında bulunmakla huzur duyar, haz alır. Fakat bu az bulunan kişilerin Celâl vasfını anlamak mümkün olmaz. Zira basîret Cemal’i müşahedeye yeter. Bazen anlaşılmadıklarından dolayı yanlış değerlendirilebilirler. Fazla yaklaşmamakta fayda vardır. O’nların dışları güzel olmasa bile iç âlemlerinin güzelliği bir çekim alanıdır.

DÂR (ed-Dâr) / NÂFİ (en-Nâfi) (94/95)
Zarar veren her şeyi yaradan/ fayda veren

Kur’an-ı Kerim’de bu isimler, yukarıdaki gibi isim olarak geçmez. Fayda veren ve zarar veren fiiller olarak vardır. (Nef’an ve la darran olarak). Kur’anda beraber kullanılır:

1)Allah’dan başka ilâh olarak kabul edilenlerin, ne kendilerine ne de başkalarına fayda veya zarar sağlayamayacakları ile ilgili olarak, meselâ: Mâide 76/ Yunus 18,49/ Enbiyâ 66/ Hacc 12/ Furkân55

2) İnsanın başına gelen zararın ancak Allah-ü Teâlâ tarafından giderileceği ile ilgili olarak, meselâ: En’âm 17/ Yunus 12,107/ Yusuf 53/ İsrâ 56,67/ Enbiyâ 84

3)Fayda veya zarar vermekten aciz olan putlara tapmanın mantıksızlığını, meselâ: Şuarâ 70,73

Dâr isminin kendi başına kullanılması caiz olmayıp, Nâfi ismi kendi başına kullanılabilir. Allah zarar veren şeyleri de fayda veren şeyleri de yaratandır. Yani hayırı da şerri de yaratan O’dur. İnsanlar fiil tecelliyatı ile Allah’ı tanımakta zorlanırlar. Aslında Allah’ın muradı ne ise o olur. Hiçbir olan da O’nun bilgisinin dışında cereyan etmez. İnsandan hasıl olan işlerin sahibi de yine Allah-ü Teâlâ’dır. Bunun böylece bilinmesi ve bu konuya iman edilmesi, kişide fiil tecelliyatının olduğunun delilidir.

Dâr ismi, zarar veren manâsında değil, zarar verenler de olmak üzere her şeyi yaratan manâsındadır. Allah’dan başka bir kudret daha yoktur ki, zarar veren şeyleri yaratsın. Zarar veya şer diye düşünülen şeyler, uzağı göremediğimiz için şu anı nitelediğinden dolayı veya sonunu beklemeye sabrımız olmadığı için şer olarak değerlendirilir. Belki de daha sonra aslında şer olmayıp,hayır olduğunu göreceğiz. Bir kısmı da ahirette sonucunu göreceğimiz şeylerdir. Bazı mutasavvıfların söylediği “ hayrihi ve hayrihi min Allah-ü Teâlâ” inancına katılmamak mümkün değil gibi görünüyor. Biliyoruz ki taşıyamadığımız yüklenmez. Bu durumda bize gereken verilecektir, ne olursa olsun can feda, baş üstüne; kahrı ve lûtfuna hayran.

Nâfi ismi ise fayda veren manâsını taşır. Aslında kul için önce Dâr ve Nâfi isimleri vardır. Ama daha sonra sadece Nâfi kalır. Zira kul bilir ki, Allah’ın Zât’ı esasen faydadır. Bu kişiler için bu iki isim faydada yani Nâfi’de toplanır, bir olur. Kul var ise zarar da vardır. Yoklukta sadece fayda vardır. Allah-ü Teâlâ bu iki ismini bildirirken, hem var olan hem de yok olan kullarına lûtfetmiştir.

Bu isimlerin insana yansıması: Nâfi isminin yansıması daha kolay gibi görünse de, aslında esas fayda Dâr ismi ile olur. Kul bu isimler ile isimlendiğinde, tevhid şuuru başlar. Böylece kahrı ve lûtfu aynı manâda hissediş ile bütün isimleri Allah İsm-i Şerif’inde bulur. Burada rıza makamının hoşnutluğu aşikârdır. Allah’ı kendi arzu ettiği şekilde değil (vehm ettiği şekilde değil), asli hüviyyetinde tanıma başlar. Bu başlangıç, seyr-i sülûkta sonun başıdır. Halk için açılım başladığında ise bildiği, tanıdığı, yakîn kesbettiği Allah’a varış yollarını gösterir. Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever.

EVVEL(el-Evvel)/ ÂHİR (el-Âhir) (73,74)
Başlangıcı olmıyan Nihâyeti olmayan

Evvel ve Âhir birlikte (Zâhir ve Bâtın da beraber) Hadid üçüncü Âyette Allah’a nispet edilerek kullanılmıştır.

Allah’ın yaratmış olduğu bütün mevcudattan önce varoluşu, Evvel olduğunu gösterir. Allah yoluna girenlerin derecelerine nispetle de en yüksek derecede oluşu ile de Ahir’dir. O, Ariflerin derecelerinin son basamağıdır. Arifler için son basamak, Marifetullah’dır. Yani Allah’ı tanımaktır.

Bir başka deyişle, varlığının başlangıcı olmaması açısından Evvel, sonu olmadığı için Ahir’dir. Yine yaratmayı başlatıp, sürdürmesi bakımından Evvel; yol göstermesi, güzel sona erdirmesi ile Ahir’dir. Ve yine kalplerden geçeni başından itibaren bilişi ile Evvel, kulunun kusurlarını sonuna kadar örtmesi ile Ahir’dir.

Evvel ve Ahir isimlerinin zamanla ilgisi yoktur.

Evvel isminin kula yansıması: Ezeldeki haline vâkıf olur. Evvel ismi, velâyet nûru ile Allah yolunda ilerleyen için tecelli etmez. Ancak, nübüvvet nûrundan yaratılmış olanlarda bu ismin tecellisi olur. Çünkü bu kişiler, ahlâkları Kuran ahlâkına uygun olarak yaratılmış kişilerdir. Diğer insanların alacakları pek çok kademenin evvelinde varolmuş kişilerdir. Yani bu kişilerin evvelleri, diğer makam alan kişilerin ahirleri gibidir.

Âhir isminin insana yansıması: Aldıkları kademelerdir. Ahir olan her kademeden bir sonraki kademeye geçiş ile, yine o kademe Âhir olmuş olur. Bu da insan için kemalâtın sonunun olmadığının delilidir.

“O’ndan geldik, yine O’na döneceğiz”

FETTAH (el- Fettâh) (19)
İyilik kapılarını açan, anlaşmazlıkları mutlak adaleti ile gerçekleştiren

Kur’an-ı Kerim’de: “Feth” kökü fiil veya isim kalıblarıyla 38 yerde geçer.

1)“ Fetih” şeklinde Allah’a izafe edilerek: Nisâ 141/ Mâide 52/Feth 1/Sâf 13 /Nasr 1

2) “Mefâtihu’l-gayb” yani gaybın anahtarları olarak: En’âm 59

3) “Hayrü’l-fatihin” yani hükmedenlerin en hayırlısı olarak: A’râf 89

Allah inâyetiyle, kapalı olan bütün kapıların açıldığı ve hidâyetiyle bütün müşküllerin hallolduğu ,yani fethin ancak O’nunla mümkün olduğudur.

“Biz sana gerçekten bir fetih açtık.” Fetih 1.Âyet Burada Hudeybiye sulh antlaşması ile fetih yolunun açıldığını anlıyoruz. Burada Peygamberimiz (s.a.v.)’ e bildirme vardır. Fetih ile müjdelenen kişiye Fettah denir. Bir kişide rızıklanan kalp, rızıkları dağıtmaya vesile olduğunda, fetih açılır. Gayret, Fettah ismi ile isimleninceye kadar vardır. Fetih açılmış olanda gayret kalmaz. Dili ile İlâhi müşküller çözülür. İlim ve marifeti ile halkın hem dünyevi, hem uhrevi meseleleri cevap bulur.

Mü’minlerin önemli bir kısmında bu isim yansımaz. Bu isim özel vazifeli kişiler için tecelliye açıktır.

GAFFAR (el-Gaffâr) (15)
Daima affeden, tekrarlayan günahları bağışlayan

Gaffâr isminin kökü olan gaf kelimesinin lûgat manâsı, örtmektir. Allah bu isimle iyi ve güzel şeyleri ortaya çıkaran ve güzel olmayan şeyleri-meselâ günahlar da böyledir- örtendir. Gaffâr ismi ile Allah, kulunun çirkinliklerini, günahlarını örtmek suretiyle, affediciliğini göstermiş oluyor.

Gafûr ismi Kur’an-ı Kerim’de 91 defa, Gaffâr beş defa, Gafîr iki defa geçmektedir.

1) Kök olarak gufrân, mağfiretten türemiş olan Gaffâr kelimesi: Tâhâ 82/Sâd 66/Zümer5/Mü’min 42/Nuh 10. Âyetlerde ayıpları örten (Settar) anlamında geçer.

2) Gafîr ismi: Mü’min suresinin bir diğer ismi de Gafîr’dir. Mü’min üçüncü âyette “gâfirü’z-zenb” şeklinde geçer.

3) A’râf 155. Âyette “hayrü’l-gâfirin” şeklinde geçer.

4) Ra’d 6.Âyette ve Fussilet 43. Âyette “zû-mağfira” şeklinde geçer.

5) Necm 32 . Âyette : “vâsi’u’l-mağfira” olarak geçer.

Allah, kulunun birinci örtüsü olan dışı ile içini örtmüştür. Dolayısıyla kulun zâhiri yani dışı,güzel olup içindeki çirkin görünenleri kapamıştır. İnsan içindeki atılacak maddelerle ortada gezinse de sadece dışı fark edilir. Böylece içindekiler gizlenmiş olur. Bir diğer örtüsü insandaki kötü düşüncelere kalbi perde kılmıştır ki, hiçbir insan karşısındakinin kalbinden geçene vâkıf olamaz. Halbuki kalpten geçen kötü fikirlere vâkıf olunsa belki de o kişiyi öldürme derecesine gelinir. Bu insani olmayan düşüncelerin gizlenmesi ile, Allah o kulunun belki de pişman olarak tövbe edeceği zamanı sabırla bekleyerek, o rezil kulunu diğer insanların yanında rezil olmaktan korumuş olur. Esas olan üçüncü örtüsü ise, kullarının günahlarını affederek, iman ile ölenlerde sevapları ile günahlarını örter. İnsanlar bu haldeki kulun rezilliklerine,günahlarına vâkıf olsalar, kendi günahlarını bırakıp,o kişiyi rezil, rüsva etmede yarışırlar. Allah bütün bu günahları affetmeye, örtmeye her an hazırdır.

Örtmek, yapılanları unutmak veya önemsememek demektir. İşte Allah kendisi ile ilgili olan günahları eğer kimse şahit tutulmamışsa böylece örtüp affetmeye hazırdır. Belki kulun kendi ile arasındaki bütün günahları için durum böyledir. O kulun bir diğer insana veya mahlûkuna karşı gösterdiği bir anlık merhamet sebebiyle veya o kişinin günahlarını fark ederek kendini en kötü, en zelil görmesi sebebiyle, merhameti coşar da affını kullanır. (Rahmetim gazabımı geçti). Yalnız burada aldanılmaması gereken bir şey vardır ki o da kul haklarının karıştığı günahlardır. Burada Allah yine de kuluna fırsat verir ve sabırla bekler. Burada kul yaptıklarını muhasebe etmeli, kul hakkına girdiği kişilerle helâlleşmeli, hakları iade ederek adaletli davranmalı, nihâyet bütün bunları yerine getirdikten sonra Allah’a yönelerek bir daha yapmamak üzere tövbe etmeli, pişman olmalı ve tekrar aynı günaha dönmemelidir.Bu dünyada iken gasp edilen kul hakları burada gasp edenler tarafından saklansa bile, hakiki hayatta hepsi önümüze gelecektir. Kazandığımız sevaplar ile ,hak sahiplerine bu hakları ödeyeceğiz. İşte şanı yüce olan Allah’ın adaletinde herkes için işleyiş vardır.

Kulun bu isimden alacağı hisse, yani bu ismin kula yansıması ise o kulun başkalarının örtülmesi gereken kusurlarını örtmesi ile olur. “ Her kim bir Mü’minin kusurunu örterse, Allah da kıyamet günü onun kusurlarını örter…” Hadis-i Şerif’i bize kusurları örtmeyi, hatta mümkünse görmemeyi ilham etmektedir.

Bu ismin az bir tecellisi ile, o kişi daha evvel yapmış olduğu gıybet, intikam, kusur araştırma, karşısındakini yenik düşürmek üzere ilim araştırmak,v.s.,gibi ahlâkındaki kötülükleri fark eder ve tövbe ederek, kıyamet günü kim bilir kendisinin de hangi kusurlarının ortaya çıkarılıp mahcûb olacağını düşünerek, pişmanlıkla Allah’a sığınır. Ve artık bu ahlâkını terk eder. Bir daha asla bu ahlâka dönmez. Biraz daha fazla tecelliye uğradığında; böyle kişiye ait olup, kamuyu ilgilendirmeyen kusurları gördüğünde onu örter. Kıyamet günü bir kusurunun örtüleceğini bilerek, örter. Kamuya ait zarar vereni görüp, örtmek ve de birilerinin haklarının çiğnendiğine dair hatalara şahit olup örtmek bu konuya dahil değildir. Çünkü burada belki de o kişi bazı menfaatlerini kaybetmeyi göze almış ve hakkı tavsiye etmiş ve hakkı yerden kaldırmış olacaktır. Bazıları bu konuları zayıflıkları sebebiyle kusur örtmek ile karıştırıp, bir de üstelik kendilerinin kusur örten olarak anlaşılmasını sağlayıp, aldanmakta, aldatmakta ve zayıflıklarını böylece örtmektedirler.

Bu ismin tam yansımasına uğrayanlar ise, örtecek bir kusur görmezler. Kusuru görüp örtmek güzeldir, lâkin kusuru fark edememek daha güzeldir. Burada kişi iradesini zorlayarak bu hale gelemez. Lâkin insanı bilmek, tanımak, hangi alt noktalara kadar inebileceğini bilmek, belki kendisinin de oralardan daha aşağılara inebileceğini bilmek, her şeyin Allah’ın kudreti dahilinde cereyan ettiğini bilmek, belki kendi o kusuru yapmadığı için, o kişi de yaptığından dolayı, o insanın kendi yanında ne kadar aciz bir durum yaşadığını bilmek ve Allah’ın da acizlerle beraber olması sebebiyle, kendi durumunun belki de kibir olduğunu bilmek… İşte böylece hikmetin yansıması ile, basîret ile, ferasetin işlemesi ile her hal tabii gelerek, mevcut bir kusurun olup olmadığı fark bile edilememiş olur. Nihâyet o kişinin Allah’ ı kendisi değildir ve hesabı soracak olan da kendisi değildir. Bu anlattığım kısım iradesini kullanarak kusur görmemekle ilgilidir. Bir de kusuru fark edememek vardır ki, bu, fark edemeyen için tevhid makamıdır.

Bu konuyla ilgili olmak üzere bir beyanım daha olacaktır. O da her Mü’minde Esmâ aynı yansımada olmaz. Olabilir de ama bu ihtimal daha azdır. Bu sebeple bazı güzelliklere sahip olan insanda bütün güzellikler aynı anda beklenmemelidir. Kemalât tüm olarak birinde tebarüz edinceye kadar, bazı konularda kemal vasıfları ve ahlâkı, bazı noktalarda da noksanlık vasıfları ve ahlâkı olacaktır. Bize düşen bu hakikati bilerek insanlardaki güzel tarafları takdir etmektir.

“Gaffar” ismini öğreneli,vird edindim dilime affetmeni
Mağfiretin günahları aşınca, korku gitti, ümit doldurdu beni.

GAFÛR (el-Gafûr) (35)
Günahları örterek,çok bağışlayan

Kur’an-ı kerim’de: Gafûr ismi 91 defa geçmektedir. Arap’ça da örtmek, gizlemek manâlarını da taşır.

1)Affetmek ve bağışlamak manâsında insana izafe edilerek: Şûrâ 37/ Tegâbün 14

2)İki âyette tek başına geçer: İsrâ 25/ Kehf 58

3)“Rabbün gafûr” şeklinde: Sebe’15

4)71 yerde “rahîm” ismi ile “gafûrü’n rahîm” beraber kullanılmış olarak geçer.

5)Bir Âyette: “Er- rahîmü’l-gafûr” olarak geçer: Sebe’ 2

6)“ zü’r-rahme” olarak : Kehf 58

7)“vedûd” ismi ile birlikte: Bürûc 14

8)“halîm” ismi ile: “ halîm gafûr” şeklinde: İsrâ 44/ Fâtır 41
“gafûr halîm” şeklinde: Bakara 225,235/Âl-i İmrân 155/
Mâide 101

9)“afüv” ismi ile Nisâ 43,99/ Hacc 60/ Mücâdele 2

10)“aziz” ismi ile birlikte: Fâtır28/ Mülk 2

Gafûr ismi kök olarak Gaffar ismi gibidir. Gaffar ismi affetmede mübalâğa manâsınadır. Gafûr isminde ise daha da mübalâğa vardır, affediciliği tamdır, mağfiretin en uzak derecelerine kadar uzanır manâlarını taşır. Gaffar isminden daha önce bahsedildiği için, burada bu kadarla yetineceğiz.

GANİ (el-Ganîy) (88)
Zât’ının dışındaki her hangi bir şeye muhtac olmayan

Kur’an-ı Kerim’de: 18 yerde geçer:

1)“Ganîyy-i mutlak” olarak : Yûnus 68
Cimri olanlara : “Allah zengindir, sizler ise fakirlersiniz” Muhammed 38

2)Allah’ın kendisine yöneltilen inkâr ve küfürden asla zarar görmeyeceğine ait: Âl-i İmrân 97/ Zümer 7

3)“Allah bütün âlemlerden müstagni olandır” ifadesiyle: Ankebût 6

4)“ Hamid” ismi ile birlikte: Bakara 267/ Nisâ 131/ İbrahim 8/ Hacc 64/ Lokman 12,26/ Fâtır 15/ Hadîd 24/ Mümtehine 6/ Tegâbün 6

5)“Halîm” ismi ile birlikte :Bakara 263

6)“Kerîm” ismi ile birlikte: Neml 40

7)“zü’r-rahme” nitelemesine bitişik olarak: En’âm 133

Allah “Ganîy” ismi ile asla muhtaç olmayan , hakiki ve mutlak Ganî’dir. İnsanlar ne kadar muhtaç olmasalar bile, Allah’a muhtaçtırlar. Muhammed Sûre’sinde, Allah yolunda mallarından harcama konusunda cimrilik gösterenlerin, hiçbir zaman cimrilikten kurtulamayacaklarını ve fakir kalacaklarını, Allah’ın ise her şeyden müstagni olarak zengin olduğu vurgulanır. İnsanların Allah yolunda ilerleyip, manevi derecelere ulaşmaları Allah’ın yüceliğine ve yetkinliğine bir şey katmadığı gibi: Ankebût/6. O’na küfür ve inkar ile yönelmek de bir zarar getirmez : Âl-i İmrân 97/ Zümer7. Kur’anda 10 âyette “övülmeye lâyık” yani “Hamîd” ismi ile geçer. “Halîm” yani muamelesi sükunetle ve acelesiz olan, manâsında: Bakara 263. “zü’r-rahme” ile beraber kullanırken, İlâhi Zenginliğinin kendinde saklı kalmadığını, bütün yarattıklarına taştığını ve yine mahlûkatı için rahmet olduğunu bildirir. Allah-ü Teâlâ yarattıklarını, özellikle insanı önemser; onlara karşı ilgisiz ve özensiz davranmaz.

Allah, insanların neye ihtiyacı olduğunu bilerek, ihtiyaçlarını karşılar. Meselâ; biri ancak zenginlik içinde imanını koruyabiliyor ve isyana girmiyorsa, o kişiyi zengin eder. Bir kısmı ilim ile bunu yapabiliyorsa ilimle zengin eder. Fakirlik korumaya sebep olacaksa, fakirlikle zengin eder.

Her şey ebedi hayata göre ayarlanmıştır. Kimin nefsi ne ile şerden uzaklaşıyorsa onu lûtfeder. Bu Allah-ü Teâlâ’nın sonsuz Ganî oluşundandır. Kullarından ihtiyacı olan şeyleri esirgememesindendir. İnsanlara önem vermesi, özenle sebepler halk etmesindendir.

Bu ismin insana yansıması: Muhtaç olduğu şeylerin az oluşu kadardır. İnsanların ihtiyaçları bitmez. Maddeye ihtiyaç bitse, manâya ihtiyaç başlar. O da bitse, yalnız kalamama dolayısıyla insana ihtiyaç başlar. İnsanın bir şeye ihtiyacı, varlığı sebebiyledir. Eğer varlığından kurtulmuş olsa ve tevhide ulaşmış olsa, ihtiyaç kalmayacaktır. Bu da hayal gibidir. İnsanlar yokluğu tercih etmezler ve daima var olmak isterler. İnsanların ihtiyacı ne ise o onlarda vardır. Ama kendileri bunu bilmezler ve yeni ihtiyaçlar ile arayışa geçerler. İşte Allah’tan başka şeye ihtiyacı kalmayan kul, Ganî isminin yansımasına uğramıştır. Muhtaç olduğu şeyi kendinde bulan kişi için “Ganî” denir. Ganî isminin yansımasında bu durum, insan için gelinebilen son noktadır. Burada da ihtiyaç sonlanmamıştır. Allah’a olan ihtiyaç Allah’la biter. Bu kişiler halka açıldıklarında, halka esas ihtiyaçlarının ne olduğunu öğretir; onların Allah’tan başka her şeyden ihtiyaçsız olmalarına sebep olurlar.

HABİR (el-Habîr) (32)
Her şeyden haberdar olan

Kur’an-ı Kerim’de : Bu isim, haber, ahbar şeklinde de kullanılmıştır.

1)Tek başına: Bakara 234,271/ Âl-i İmrân 153,180/ Nisâ 94,128,135/ Mâide 8/Tevbe 16/ Nûr 30,53/ Furkan 58,59/ Lokman 29/ Ahzâb2 / Feth 11 /Hadîd10 /Mücâdele 3,11,13/ Haşr 18/ Münafikûn 11 /Tegabûn 8/ Âdiyat 11

2)“Hakîm” ismi ile beraber: En’âm 18,73/Hûd 1/Sebe’ 1

3)“Basîr” ismi ile beraber: İsrâ 30,96 / Fâtır 31 /Şûra 27

4)“Alîm” ismi ile beraber: Nisâ 35 /Lokman 34 / Hucurât 13/Tahrîm 3

5)“Lâtif” ismi ile birlikte: En’âm 103/Hacc 63/Lokman 16/Ahzâb 34/ Mülk14

6)Ahbar olarak: Tevbe 94/Muhammed 31/ Zilzal 4

7) Haber olarak: Neml 7/Kasas 29

Bu ismin manâsı gizli bilgilerden haber alan demektir. Alîm ismi de bilen manâsınadır. Lâkin Habir ismi bâtından, yani iç alemden, kalpte olanlardan, kısaca maddi ve manevi alemdeki her gizli olandan haberdar olan demektir. İç âlemdeki hem mevcut olan gizlinin gizlisinden, hem de değişen her gizli, örtülü olan şeyden haberdar olandır.

“Eğer küfrederseniz, şüphesiz,Allah sizden müstagnidir. Bununla beraber O, kullarının küfrüne razı olmaz. Eğer şükrederseniz sizin faideniz için bundan hoşnud olur. Hiçbir günahkâr diğerinin günahını çekmez. Nihâyet hepinizin dönüp gidişi ancak Rabbinizedir. Artık neler yapmakta idiniz, O size haber verir. Çünkü O, göğüslerin içinde olan her gizliyi bile hakkıyla bilendir.” Zümer 7

Bu isim kula yansıdığında, o kişi kendi iç alemini bilir. İnsanı helâke götürmeye sebep olan kalbin hastalıkları ve yerleşmiş olan kötülükleri bilip, bunlarla mücadele eder. Her olayda nefsinin payını araştırır, kurtulma çareleri arar. Kendinden haberdar olmayan ise kendini görmek istediği gibi görür; bilmek istediği gibi bilir. Böylece kendine yabancı, kendindeki hakikate yabancı, hayal ettiği kendine yakın olmuş olur. Habîr ismi yansıma derecesine göre, kişinin gafletten sıyrılma derecesini de gösterir. Zira daima nefsini kontrol etmek insanı gafletten sıyrılmaya götürür.

Vücudumda misafirim, perdeyi kaldır,
Ben beni iyi bilirim, haberin vardır.

HÂDİ (el- Hâdî) (93)
Yol gösteren, hidâyete erdiren

Kur’an-ı Kerim’de:
1)Yaratıp, düzene koyan, takdir edip, yol gösteren, hidâyet kavramı: A’lâ 2,3/ Tâhâ 50

2)Allah’ın peygamberleri vasıtasıyla insanları hidâyete çağırdığı: Enbiyâ73

3)Peygamberlerin gösterdiği doğru yolu kabul edenlere nasip olan “tevfik hidâyeti”: Bakara 213/Muhammed 17

4)Ahirette Cennet’tekilerin: “hidâyeti ile bizi nimetlerine kavuşturan Allah’a hamd olsun” diye dile getirdikleri :A’râf 43

5)“Hâdî” ismi ile: Ra’d 33/ Hacc 54/ Furkan 31/ Zümer 23,36

6)Peygamberler için: Ra’d 7

7)Bâtıl tanrıların hidâyet edemeyişleri: Yûnus 35

8)Her canlının fıtratına uygun şartlarını ilham eden olarak: Tâhâ 49,50/A’lâ 2,3

9)Kur’an’ın yol gösterici, yani, hidâyet sebebi olduğuna dair: Bakara 185/ Tekvir 27,28.Âyetler.

Allah-ü Teâlâ, yaratmış olduğu bütün varlıklara, istidatlarına uygun biçimde akıl, anlayış ve içgüdü dediğimiz bilgileri lûtfetmiştir. Varlıklarını devam ettirmeleri için bütün sebepleri de ihsan etmiştir. Kullara da kitapları ve peygamberleri vasıtasıyla doğru yaşama yollarını bildirmiştir. Ayrıca, kendisini tanıma yollarını gösterip, onlara Uluhiyyet ve Rububiyyetini tasdik ettirmiştir.

Hidâyet, Kur’an ve Sünnet ile insana sunulur. Hidâyette zorlama yoktur. Allah-ü Teâlâ lûtfu ile kendini hem insanların nefislerinde, hem de dış dünyada misaller ile bildirmiştir.

İnsana açık olan bu yolda Allah , kulun kendi iradesi ile seçimini yapmasını ister. Kur’anda işte doğru yol, işte eğri yol denerek, kulun iradi kudretini kullanarak seçim hakkını özgürce kullanması istenir. İnsanda fıtrat olarak Allah’ı tanıma mevcuttur. İnsan doğduktan sonra, dünya hayatının yanlış öğretileri olmasa ve safiyetini koruyarak kalabilse, Allah’ı bilmesi mümkün olacak kabiliyette yaratılmıştır. Fakat sonradan sevmemesi gerekenler sevdirilerek ( para, mal,makam,.., gibi), sevmesi gerekenler öğretilmeyerek( Allah sevgisi, insan sevgisi, doğa sevgisi gibi) ; ya da önemsenmeyecek olanlar önemsetilerek( dış eleştiriler, dünya hayatı, nüfuz sahibi olma, , gibi), önemli olanlar öğretilmeyerek( iç hesap, ahiret hayatı, Allah’ın yanında değerli olma….gibi) en yakınları tarafından, yaşam sunulur. Tabii ki bu yakınları o kişinin saadeti için ve kendileri de bu hakikatten uzak olmaları sebebiyle böyle davranırlar.

İnsan bir gün kendini, kendine yabancı ve uzak, Allah’a yabancı ve uzak bulur. Nefsin hakimiyeti hakikati örter. Kuvvet bâtıla olduğu için, Hak örtülü kalmıştır. Eğer Lûtuf yetişir de hakikat arayışı mümkün olursa; öğrendikleri ters yüz olacak, kendi içinde yol almaya başlayacaktır. Hidâyet arayan için, mümkündür. Küfür içinde olan için ıslâh mümkündür, bu da lûtuf olup, ağır musibet ve belâlar ile olur.

İnsanın yolu önce kendi içinde açılır. Ahlâkını değiştirmek, kul haklarını sorgulamak, üzerinde mevcut olan hakları yerlerine iade etmek gibi ilk adımdan sonra, nefsi ile muhasebeye girişir. Nefis böyle durumlara göre kendi müdafaasını hazırlamış olduğundan, bu yolda bu safhada yol alış, iniş ve çıkışlar ile olur. Hidâyete ulaşmayı ısrar ile istemek, bu konuda kesin kararlı olmak yardımcı olur. Kendinden kendine gidişte, kalbine vâkıf olur. Onun safiyetinin bozulduğunu, tasfiye edilmesi gerektiğini bilir. Hidâyet böylece yerini bulurken dış âlemden Kur’an ve Sünnet tavsiyelerini alır. Aslolan niyettir. Peygamberler ve Allah dostları hidâyet yollarını açmak üzere gelmişlerdir. Allah’ın “Hâdi” ismi onlarda tam yansımıştır.

Bu ismin insana yansıması: İki türlü olur. Birincisi hidâyet edilen yukarıda anlatıldığı gibi safhalardan geçerek kendi nefsinde ve dışında hakikate ulaşır, sonra bu halini korumaya çalışarak hayatını geçirir. Diğeri halka açılıp, hidâyet yollarını, bu yolda gidişin inceliklerini insanlara gösterip, hidâyetlerine sebep olanlardır. Bu kişiler, Allah’ın öncelikle hidâyete erdirip, kendi Zât’ına yakîn ettikleridir. Bu kişiler kendi nefislerinde nefislerini temiz bulan, kalpleri Allah’ı tanıyan, azaları, kalpleri ve ruhları ile sadece Allah’a ve rızasına yönelmiş, bildiklerini ahali ile takatleri kadar bölüşen, son nefeslerine müdrik, Allah’ın Ahlâkı ile ahlâklanmış, dünyanın esaretinden kurtulmuş, iman-ı kâmil ile vasıflı, hikmet sahibi, basîretli, merhametli, şefkatli, şükrü bol, hamdi sonsuz, dost olunacak kişiler olup, Peygamberimiz(s.a.v.)’in varisleridir. Aldanıştan kurtulmak ve hakikati yakalamak bu yüksek zevat ile mümkün olur.

İşte hidâyet böylece başta niyet olmak üzere, sadakat, samimiyet, ve çalışma ile lûtfedilir. İnsanın isteği ne ise o verilir.

HÂFID/RÂFİ(el-Hâfıd /er-Râfi) (23,24) Hâfıd, alçaltan,zillete düşüren; Râfi, yücelten,izzet ve şeref bahşeden

Kur’an-ı Kerim’de:

1)Vâkıa suresi üçüncü Âyette kıyametin alçaltıcı ve yükseltici olduğu bildirilmektedir. Şüphesiz alçaltan da yükselten de Allah-ü Teâlâ’dır.

2)Hz.İbrahim ve oğlu Hz İsmail’in Kâbenin duvarlarını yükseltmeleri: Bakara 127

3)Allah, peygamberlerini üstün kılmıştır (yükseltmiştir): Bakara 253 / En’am 83 /
Yusuf 76

4)İnsanların kimini kimine üstün kıldığını belirten: Nisâ 32/En’âm 165/Zuhruf 32/Mücadele 11.Âyetler,

5)Göğü direksiz yükseltmiştir. Ra’d 2.Âyet.

6)“Refi’ü’d-derecât” yani en üstün mertebede olan zât manâsında Mü’min 15.Âyette kullanılmıştır.

7)İsa (a.s.)’ı kendi katına yükselttiğini: Nisâ 158.Âyette bildirmiştir.

Hâfid: Allah’ın iman etmeyenleri bedbaht yaparak alçaltması; Râfi ismi ise, mü’minleri bahtiyar ederek yükseltmesi manâsınadır.

Allah –u Tealâ Tîn Suresinde: “ İnsanı ahsen-i takvim (en güzel ahlak) üzere yarattık. Sonra onu esfel-i safiline (aşağıların aşağısına ) indirdik.” Buyurmakla, yükseltenin de alçaltanın da Zât’ı olduğunu bildirmektedir. Yani O yükseltmede ve yine O alçaltmadadır. Burada kula düşen sadece niyet etmek, sonra da gayret ve say ile niyeti yönünde hareket etmektir. Nefsin daima kötülüklere meylettirmek arzusunda olduğunu bilmekteyiz. İşte onun bu isteğini bilip, yap dediklerini yapmamak ve yapma dediklerini de yapmak suretiyle, kul kendine düşeni yerine getirmiş olur. Böylece Allah lûtfu ile o kulu yüceltmiş olur. Kul nefsini alçaltınca, yani bedendeki ve kalbdeki hükmünü kaldırınca, kendi özündeki ruh açığa çıkmış ve kalbine, bedenine ruh hakim olmuş olur. Yani yükselme insanın ruhun etkisinde olması demektir. Alçalma ise bunun aksidir. Böyle kullarda kalp ve beden hem de akıl nefsin kötü etkisinde olup, ruh gizlide kalmış, örtülmüştür. Bu kişiden iyi bir hareketin çıkması zordur.

Hakkın ortaya çıkarılması, tavsiye edilmesi, Hak ile bâtılın ayırt edilmesi için, ruhun üzerindeki perdenin kaldırılmış olması lâzımdır.Böylece insanda ruh hüküm sürmüş olur. Hak ile bâtılın ayrılması çok önemlidir. Her insan için önemlidir. Zira insanlık için en önemli olan adalet duygusu ancak bu ayırt etme ile mümkündür. Dünyadaki bütün haksızlıklar, nefsani egemenliklerden oluşur. Yani Hak ve bâtılın seçilemeyişinden kaynaklanır. İnsanın başkalarının haklarını yerine koymadan önce kendi haklarını tesbit edebilmesi lazımdır. Ancak bundan sonra adil karar vererek, hakları yerine koyar.

Bu isimlerin insana yansıması ile o kişi aynen Allah’ın Ahlâkında olduğu gibi haklıdan yana olur. Haksızın haksızlığına mani olur. Her zaman ve her hal içinde, kendi menfaatine aykırı bile düşse, hakkı savunûr, hakkı tavsiye eder. Hz. Peygamberimiz(s.a.v.)’in “ Kızım Fâtıma dahi olsa elini keserdim.” Hadis-i Şerif’inde buyurdukları gibi olur. Bir Kudsi Hadis-i Şerif’de Allah-ü Teâlâ bir velisine: “ Zühdün (Allah için dünya sevgisinden sıyrılman) kendi rahatın içindir. Beni zikretmekle de benimle şereflendin.Acaba sırf benim için bir haklıya arka çıktın mı? Bir haksıza karşı koydun mu? ” buyurmuştur.

Ya Refiü’d-derecât perdeleri kaldırsan,
Hak ile bâtılı birbirinden ayırsam…

Bir Cevap Yazın