Descartes (Dekart)

Rönesansın meşhur Fransız filozofu René Descartes, 1596 yılında Tovraine’in küçük kasabalarından biri olan La Haye’de doğmuştur. Onun hayatıyla fikirleri arasında tam bir âhenk bulunduğu söylenir. Daha çocukluk çağından itibaren, şaşılacak derecede parlak olan zekâsıyla etrafının dikkatini üzerinde toplamıştı. Babasını, herşeyin “nasılı ve niçini” ile ilgili sorularla öylesine yormuştu ki aslında bundan epeyce de hoşlanmakta olan adamcağız günün birinde onun ismini “küçük filozof” olarak değiştirme kararını vermişti.

1604 de, din adamı yetiştirmek üzere son üç yılında Aristo’nun “Organon, Fizik, Metafizik ve De Animası” ile Clavius’un “Cebir”inin okutulduğu Fleshe kollejine başlamıştı.

10 Kasım tarihinin Descartes’in hayatında enteresan bir yeri vardır. Kollejden sonra başlamış olduğu hukuk tahsilini; 10 Kasım 1616 da hayatında eskrim, binicilik ve benzeri eğlence şekillerinden başka pek birşey bulunmayan bohem bir kişizade olarak bitiren Descartes’in şahsiyetinde; 10 Kasım 1618 de karşısına çıkan İsaac Beeckman’la uzun uzun görüş alışverişinde bulunduktan sonra birdenbire çok büyük değişiklikler meydana gelmiştir. Ciddi, olgun ve idealist yeni Descartes artık mümkün olduğu kadar yalnız kalıp düşüncelerini toparlamaya çalışmakta, fırsat buldukça da zamanının alimleriyle görüşmeler yapmaktadır.

10 Kasım 1619 gecesi ise, ilahi bir ilham olarak tefsir ettiği üç ayrı rüya görür. Birincisinde, kendisini sol tarafı felce uğramış bir halde, fırtınaların itip sürüklemesiyle, Allah’a ibadet için yapılmış büyük bir binanın avlusuna atıldığını gördü. Orada bir tanıdığı kendisine bir kavun hediye etti Dehşetle uyandıktan sonra sağ tarafına dönüp tekrar yatınca bu sefer de korkunç bir gök gürültüsüyle irkildi. Rüyasında bulunduğu odanın içini yıldırım kıvılcımlarıyla dolmuş gören Descartes, uyandı ve kötü cinlerin hışmından korumasını Allah’tan dileyerek tekrar yattı. Biraz sonraki üçüncü rüyasında ise masanın üzerinde bir lügat buldu ve biraz sonra da elinde bir “Şairler Antolojisi” belirdi Rastgele açınca “Hayatta hangi yolu takib edeceğim” adlı bir bölüm karşısına çıktı. Tam o sırada tanıyamadığı birisi ona “Evet ve Hayır”la başlayan bir şiir parçası gösterdi.

Daha tam manâsıyla uyanmadan hemen rüyalarını tefsir etmeye koyuldu: Felce uğraması günahlarının cezasıdır. Kavun ise yalnızlığa işarettir; yani inzivaya çekilmesi gerekmektedir. Lugat bütün ilimlerin tamamına delâlet ediyordu, yani o bunları bir bütün halinde toplamalıydı. Şairler Antolojisinin “Hayatımda hangi yolu takib edeceğim” diye başlayan kısmı ona dünyada kendisiyle uğraşmaya değecek yegâne şeyin hakikati aramak olduğunu anlatan bir işaretti.

Biraz sonra uykunun tesirinden tamamen kendisini kurtarmıştı. Tefsire şimdi uyanık halde devam ediyordu: “Evet ve Hayır ” ilimlerdeki doğrulara ve yanlışlara ait semboller olmalıydı.

Descartes, bu rüya ile manevi bir vazife aldığına İnandı. Bunun üzerine derhal Manevi ve maddi hayatını büyük bir itinayla tanzime koyuldu. Allah’ın kendisine lutfettiği dini tam bir sadakatle yaşamaya karar verdi Artık Descartes çevresindekilere, “Namusu ve Şerefiyle yaşayanlara bu dünyada olduğu gibi ahirette de saadet ve mükâfat vardır.” demeye ve bu sözünün icaplarını da sıkı sıkıya yerine getirmeye başlamıştı, ömrünün sonuna kadar uymakta sebat gösterdiği ikinci kaide, işlerinde elden geldiğince azim göstermek ve bir kere doğruluğuna kanaat getirdikten sonra aldığı her kararda sonuna kadar ısrar etmekti Bunlara şu üçüncü prensibi ekliyordu: Ben kaderi değil kendi nefsimi yenmeye; dünyanın düzeninden çok kendi arzularımı değiştirmeye çalışacağım. İrademe tâbi olmayan şeylerle de beyhude uğraşmayacağım. Fakat bunlardan daha çok önem verdiği mutlak bir ahlâk kaidesine daha sahipti: “Hakikati aramak” Ona göre bu, faziletlerin en büyüğüydü ve hakikati aramanın ruha verdiği zevk ve haz, yaşaması için kâfi sebeptir. O, kilise anlayışına zıt olarak insanlığın dünyaya yalnız ızdırap çekmek için gelmediğini söylüyordu. İnsanlık için saadet te mümkündü. Descartes’e göre gerçek saadet ancak ruhi bir haz ve tatminle elde edilebilirdi, bu ise hakikati aramaktan başka bir şeyle te’min edilemezdi Onun hayat felsefesine göre, ömrünü hakikati aramağa vakfetmek ve yalnız “aşkını verdiği şeyle ruhu arasında tam bir rezonans temin etmek”, böylece dünyada mesud ve bahtiyar yaşamak; ferdin önce kendi, sonra da insanlığın saadeti için yapabileceği yegâne şeydi

Bu rüyaları gördükten üç yıl sonra yine bir 10 Kasım günü ilmi bir buluş mu yoksa yine mistik bir ilham mı olduğunu tam olarak izah etmediği “olağanüstü bir keşif” zihninde iyice berraklaşmış dır. Artık o ne yapacağını iyice bilen bir insandı.

1627 yılında “aklın idaresi için kaideler” adlı kitabını Lâtince olarak yazmaya başlar, fakat hemen bastırmaz. Basılmasına karar verdiği ilk kitabı olan “Metod Üzerine Konuşma” 1637 yılı Haziran’ında Hollanda’da neşredilir. Bunu 1641 yılında Paris’te basılan Meditations takip eder. Eserin arkasında altı dizi halinde; müsveddeleri incelemiş olan bu konudaki otorite kişilerin itirazları ve Descartes’in bu itirazlara verdiği cevaplar bulunmaktaydı. 1644′ de de “Felsefenin Prensipleri” Armsterdam’da Lâtince olarak yayımlandı. İki sene sonra 1646da birinci redaksiyonu yapılan “Ruhun Pasif Halleri” ise, 1649 da Paris’te Fransızca tam metin olarak yayımlanmıştır.

Bu kitabın basımından bir sene sonra 11 Şubat 1650 de nihayete eren hayatı, bizlere; Descartes’in sözleriyle yaptıkları birbirine son derece uygunluk gösteren nadir bulunur insanlardan biri olduğu kanaatini vermektedir.

Descartes hayat anlayışını ve yaşama gayesini Meditations (Düşünceler) adlı eserinin ön sözünde şöyle ifade eder; “Bizler teslimiyet sahibi kimseler olduğumuz için; bize Allah’ın mevcudiyetine ve insan ruhunun bedenin yok olmasıyla beraber yokluğa maruz kalmayacağına inanmak kâfi gelse de; bunlar tabii delillerle ispatlanmadıkça, inkâr edenleri hiçbir dine ve ahlâki fazilete inandırmak asla mümkün görünmüyor. Dünyada insanlar ekseriyetle, faziletlerden ziyade rezaletlere değer veriyor. Bu yüzden âhiret ve Allah korkusuyla menedilmedikçe pek az kimse hakkı menfaate tercih ediyor. Mukaddes kitaplarda öyle anlatıldığı için Allah’ın varlığına, diğer taraftan Allah’dan geldiği için Mukaddes kitaplara inanmak gerektiği mutlak olarak doğru olmasına rağmen; bütün bunları, İnkâr edenlere olduğu gibi teklif edemeyiz. Çünkü onlar pekâla bizim bu hususta mantıkçıların kısır daire dedikleri bir hataya düşmüş olduğumuzu tasavvur edebilirler.”

Mukaddes kitaplarda “Cehaletleri asla affedilmez, zira akıllan dünyaya ait şeylerin inceliğine kolaylıkla nüfuz edebildiği halde; ondan çok daha kolay olan Allah’ı tanıma hususunda aciz kalmış olmaları, nasıl mazur görülebilir? Allah hakkında öğrenilmesi gerekli olan şeyler, onların kendi varlıklarından daha âşikârdır.” denilmektedir. Bunun içindir ki, bu ispatın hangi vasıtalarla yapılabileceğini ve Allah’ın bilinmesine, dünyada bulunan şeylerin tamamından daha büyük bir kolaylık ve kesinlikle ulaşabilmek için, hangi yolu tutmak lâzım geldiğini göstermenin, bir filozofun vazifelerine muhalif olmadığına inandım. Ruha gelince pek çokları onun mahiyetini bilmenin mümkün olmadığını zannederken, bazıları da onu, yalnız dinin iddia ettiğini söylemek cesaretinde bulunmuşlardı.”

Descartes, ruhla ilgili bu iddiaları yayınladığı ilk kitap olan “Metod Üzerine Konuşma”da şöyle cevaplandırmıştı: “Akıl sahibi ruhun diğer varlıkların aksine hiçbir surette maddenin vasıflarından çıkarılmayacağını, onun hususi suredde yaratılmış olması gerektiğini; ruhun insan bedeni içinde, organ arını hareket ettirmek için, bir dümencinin gemisinde oturduğu gibi oturmasının yetmediğini, bedeni hareket ettirmekten başka, bizimkilere benzeyen duyguları, iştahları da olacak şekilde bedene katılıp onunla birleşerek bilinen insan yapısını meydana getirmiş olması icabettiğini göstermiştim. En önemli konulardan biri olduğu için ruh konusu üzerinde fazla durmuştum; çünkü, Allah’ı inkâr edenlerin, çeşitli vesilelerle çürüttüğümü sandığım sapıklıklarından sonra, hayvanların ruhlarının da bizimkilerle aynı yaratılışta olduğunu, dolayısıyla bu hayattan sineklerle karıncalardan fazla ne endişe ne de ümid edecek bir şeyimiz olmadığını kabul etmek kadar, zayıf ruhları faziletin doğru yolundan uzaklaştıracak şey yoktur. Oysa bu iki ruhun birbirinden ne kadar farklı mahiyetleri olduğu bilindiği zaman, bizim ruhumuzun bedenden tamamen müstakil hale geçebilen bir vasfa sahip olduğu, dolayısıyla da, asla bedenle birlikte ölmek zorunda bulunmadığını gösteren deliller çok daha iyi anlaşılabilecektir.”

Bir Cevap Yazın